Beyaz Fil Gibi Tepeler* – Ernest Hemingway

Etiketler

, , , , ,

Ebro vadisinin karşısındaki tepeler uzun ve beyazdı. Bu tarafta ağaç ya da gölge yoktu; istasyon güneşin altında, iki demiryolu hattının ortasındaydı. İstasyonun yan tarafına binanın ılık gölgesi düşmüştü, barın kapısına bambu boncuklardan yapılmış bir perde sineklik olarak asılıydı. Amerikalı ve yanındaki kız, binanın dışında gölgede bir masaya oturdular. Hava çok sıcaktı ve Barselona’dan gelen ekspres tren 40 dakika içinde burada olacaktı. Tren bu istasyonda iki dakika durduktan sonra Madrid’e devam ediyordu.

“Ne içelim?” diye sordu kız. Şapkasını çıkardı ve masanın üstüne koydu.

“Çok sıcak,” dedi adam.

“Bira içelim.”

Dos cervezas,” diye seslendi adam perdeden içeri.

“Büyük boy mu,” diye sordu kadın kapıdan.

“Evet, iki büyük.”

Kadın iki bardak bira ve keçe bardak altlıkları getirdi. Keçe bardak altlıklarını ve bira bardaklarını masaya koydu ve adamla kıza baktı. Kız uzaklara, karşıdaki tepelere bakıyordu. Tepeler güneşin altında beyaz görünüyorlardı; bölge kahverengi ve çoraktı.

“Beyaz fillere benziyorlar,” dedi

“Ben hiç beyaz fil görmedim,” adam birasını içti.

“Hayır, görmemişsindir.”

“Görmüş olabilirdim,” dedi adam. “Sadece senin görmemiş olduğumu söylemen hiçbir şey kanıtlamaz.”

Kız boncuk perdeye baktı. “Üzerine bir şey boyamışlar,” dedi. “Ne diyor?”

Anis del Toro. Bir içecek adı.”

“Deneyebilir miyiz?”

Adam perdeden içeri “Bakar mısın?” diye seslendi. Kadın bardan çıktı.

“Dört reale.”

“İki Anis del Toro istiyoruz.”

“Sulu mu?”

“Sulu mu istersin?”

“Bilmem,” dedi kız. “Sulu mu güzel olur?”

“Fena değil.”

“Sulu mu istersiniz?” diye sordu kadın.

“Evet, sulu.”

“Meyan köküne benziyor tadı,” dedi kız ve bardağı masaya koydu.

“Her şey böyle.”

“Evet,” dedi kız. Her şeyin tadı meyan kökü gibi. Özellikle uzun süredir beklediğin her şey, apsent gibi.”

“Öf, kes şunu.”

“Sen başlattın,” dedi kız. “Eğleniyordum ben. İyi vakit geçiriyordum.”

“Neyse, güzel vakit geçirmeyi deneyelim.”

“Tamam, ben deniyordum. Dağlar beyaz fillere benziyor dedim. Akıllıca değil miydi?”

“Akıllıcaydı.”

“Şu yeni içkiyi denemek istedim. Yaptığımız tek şey bu değil mi—etrafa bakınmak ve yeni içkiler denemek?”

“Sanırım öyle.”

Kız tepelere doğru baktı.

“Güzel tepeler,” dedi. “Aslında beyaz fillere pek benzemiyorlar. Sadece ağaçların arasından görünen toprağın rengini kastetmiştim.”

“Bir içki daha alalım mı?”

“Tamam.”

Ilık rüzgâr, boncuk perdeyi masaya doğru savurdu.

“Bira hem güzel hem de soğuk,” dedi adam.

“Güzel,” dedi kız.

“Gerçekten korkunç basit bir ameliyat bu Jig,” dedi adam. “Aslında ameliyat bile değil.”

Kız masanın ayaklarının oturduğu zemine baktı.

“Senin için sorun olmaz, Jig. Gerçekten hiç bir şey değil. Sadece hava vermek için.”

Kız hiç bir şey söylemedi.

“Ben de seninle gireceğim, ve hep yanında olacağım.. Sadece hava verecekler ve sonrası tamamen doğal.”

“Sonra ne yapacağız?”

“Sonra iyi olacağız. Aynen öncesinde olduğumuz gibi.”

“Neden böyle düşünüyorsun?”

“Bizi rahatsız eden tek şey bu. Bizi mutsuz eden tek şey bu.”

Kız boncuk perdeye baktı, elini uzatıp iki dizi boncuğu tuttu.

“Ve sonra iyi olacağımızı, mutlu olacağımızı düşünüyorsun.”

“Böyle olacağımızı biliyorum. Korkmana gerek yok. Bunu yapmış pek çok kişiyi tanıyorum.”

“Ben de,” dedi kız. “Ve hepsi sonrasında mutlu oldular.”

“Şey,” dedi adam. “İstemiyorsan yapmak zorunda değilsin. İstemezsen bunu yaptırmam sana. Ama son derece basit bir şey olduğunu biliyorum.”

“Sen bunu gerçekten istiyor musun?”

“Sanırım yapılabilecek en iyi şey bu. Ama gerçekten istemiyorsan, bunu yapmanı istemiyorum.”

“Eğer yaparsam mutlu olacaksın, her şey tekrar eskisi gibi olacak ve beni seveceksin?”

“Seni şimdi de seviyorum. Seni sevdiğimi biliyorsun.”

“Biliyorum. Ama yaparsam, her şey tekrar güzel olacak ve bir şeyler beyaz file benziyor dediğimde hoşuna gidecek mi?”

“Çok hoşuma gidecek, şimdi de hoşuma gidiyor ama sadece bu konuda pek düşünemiyorum. Endişelendiğimde nasıl olduğumu bilirsin.”

“Peki, yaparsam artık endişelenmeyecek misin?”

“O konuda endişelenmeyeceğim, çünkü son derece basit.”

“O zaman yapacağım. Çünkü kendimi umursamıyorum.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Kendimi umursamıyorum.”

“Ben seni umursuyorum.”

“Aa, evet. Ama ben kendimi umursamıyorum. Ve bunu yapacağım ve sonra her şey güzel olacak.”

“Eğer böyle hissediyorsan yapmak zorunda değilsin.”

Kız kalktı ve istasyonun sonuna kadar yürüdü. Karşıda, diğer tarafta, Ebro nehri kıyısı boyunca buğday tarlaları ve ağaçlar vardı. Uzakta, nehrin ötesinde de dağlar. Bir bulutun gölgesi buğday tarlasının üzerinden geçti ve kız ağaçların arasından nehri gördü.

“Ve tüm bunların hepsi bizim olabilirdi,” dedi kız. “Ve hepsi bizim olabilirdi ve biz gün geçtikçe bunu daha imkânsız hale getiriyoruz.”

“Ne dedin?”

“Her şeyimiz olabilirdi dedim.”

“Her şeyimiz olabilir.”

“Hayır, olamaz.”

“Tüm dünya bizim olabilir.”

“Hayır, olamaz.”

“Her yere gidebiliriz.”

“Hayır gidemeyiz. Artık bizim değil.”

“Tabii ki bizim.”

“Hayır değil. Ve onu bir kez aldıklarında bir daha geri alamazsın.”

“Ama onu almadılar.”

“Bekleyip göreceğiz.”

“Gölgeye dönsene,” dedi adam. “Böyle hissetmemelisin.”

“Hiç bir şekilde hissetmiyorum,” dedi kız. “Sadece biliyorum.”

“İstemediğin hiç bir şey yapmanı istemiyorum.”

“Ya da benim için iyi olmayan bir şeyi,” dedi kız. “Biliyorum. Birer bira daha içelim mi?”

“Tamam. Ama şunu anlamalısın ki—“

“Anlıyorum,” dedi kız. “Artık konuşmasak?”

Masaya oturdular ve kız vadinin çorak tarafındaki tepelere, adam da kıza ve masaya baktı.

“Şunu anlamalısın ki,” dedi adam, “sen istemiyorsan bunu yapmanı istemiyorum. Eğer bu senin için bir anlam ifade ediyorsa ben her şeye hazırım.”

“Sana hiç bir şey ifade etmiyor mu? Birlikte pek güzel anlaşabilirdik.”

“Tabii ki ediyor. Ama ben senin dışında hiç bir şey istemiyorum. Başka hiç kimseyi istemiyorum. Ve son derece basit olduğunu biliyorum.”

“Evet, son derece basit olduğunu biliyorsun.”

“Senin böyle söylemen normal, ama ben biliyorum.”

“Benim için bir şey yapar mısın?”

“Senin için her şeyi yapabilirim.”

“Lütfen, lütfen, lütfen, lütfen, lütfen, lütfen, lütfen artık konuşmayı keser misin?”

Adam hiç bir şey söylemedi ama istasyonun duvarına yaslanmış çantalara baktı. Üzerlerinde kaldıkları bütün otellerin etiketleri vardı.

“Ama bunu yapmanı istemiyorum,” dedi adam, “ben hiç istemiyorum.”

“Şimdi bağıracağım,” dedi kız.

Kadın elinde iki birayla perdenin arasından gelip ıslak bardak altlıklarının üstüne koydu. “Tren beş dakika içinde burada olur,” dedi.

“Ne dedi,” diye sordu kız.

“Trenin beş dakika içinde geleceğini.”

Kız teşekkür etmek için kadına sıcacık gülümsedi.

“Çantaları istasyonun diğer tarafına götürsem iyi olacak,” dedi adam. Kız gülümsedi.

“Tamam, sonra gel de biraları bitirelim.”

Adam iki ağır çantayı alıp, istasyonun etrafından taşıyarak karşı tarafa götürdü.

Yukarı doğru raylara baktı ama treni göremedi. Dönerken, tren bekleyen insanların içki içtiği barın içinden yürüdü. Barda bir Anis içti ve insanlara baktı. Hepsi normal bir şekilde treni bekliyordu. Boncuk perdenin arasından geçerek dışarıya çıktı. Kız masada oturuyordu ve ona gülümsedi.

“Kendini daha iyi hissediyor musun?” diye sordu.

“İyiyim ben,” dedi kız. “Hiç bir şeyim yok, iyiyim.”

*Translation first draft by N. Dungan

Mariahilfer Caddesi’nde Bir Öğle Vakti

Etiketler

, , , , , , ,

Mariahilfer Strasse’deki McDonalds’tan çıktığında ilkin yüzüne öğle güneşi hafifçe dokundu. Duyumsadığı kargaşanın içinde bir kedi gibi gözlerini bir anlığına yumup, derin bir nefes aldı. Yanından geçip giden insanlar, telaşlı araçlar ve bisikletler… Dalgasız, durgun[1] ama kıpırtılarıyla canlı bir denizin parçasıymışçasına bir kez daha nefes aldı. Ne güzel bir kentti Viyana. Karnı tok, dinlenmiş, bütün gün gezeceği yerlerin planlarını çıkarmış olmanın dinginliği, tezini yeni bitirmiş genç bir akademisyen adayının umut dolu yorgunluğu ile birleşmişti. Bir şeylere[2] hazır hissediyordu kendini. Ama acele etmeyecekti. Bekleyecekti. Öyle çok koşturmuştu ki.

Birkaç dakikadır aynı yerde durduğunu, ancak onu tatlı güneşi duyumsamaktan ayıran yumuşak bir ‘Entshuldigung’ tonlamasıyla fark etti. Gözlerini açıp, burnunun dibine kadar sokulmuş olan sarı yağlı saçları kulaklarında mavi gözlü bir yüzle karşılaştı. Çipil çipil ona bakan bu gözler… belki şu yağlı saçlar olmasaydı, hayatının aşkını bulduğunu düşündürebilirdi ona. Almanca bilmiyorum anlamında bir şeyler geveledi Almanca-İngilizce karışımı. Adam bir süredir ısrarla söylediği Almanca repliği, kaseti değiştirir gibi hemen İngilizce başa sardı. Biraz daha zorlasa bir sonraki dil Türkçe olabilir miydi acaba? Adam üstü pek gösterişli sayılmasa da çok hırpani de değildi; ancak söylediklerinden bir dilenci olduğu anlaşılıyordu. “Ülkeme dönmeye çalışıyorum, bu gece de kalacak yerim yok. Karnım da aç. Bana biraz para verir misiniz, güzel bayan?” Bunu anlayınca Aysen birkaç küçük adımla McDonalds’a doğru geriledi. “İsterseniz bu gece sizinle kalabilir, size hoş vakit geçirtebilirim. Unutulmaz bir Viyana gecesi…” diyerek bir kahkaha patlattı dilenci. Aysen’in yüzüne ateş bastı. Elini alev alev yanan sol yanağına götürürken caddenin Ubahn çıkışı olan alt başına kaçamak bir bakış fırlattı. O anda orda olmasaydı… Kaçabilseydi. Ama yooo ona yakışır mıydı hiç? Kent yoksullarını yıllarca incelemiş, üzerine tez yazmış birine yakışmazdı. Gerçi böylesini hiç görmemişti. Gezmek için dilenen, fahişelik yapmayı göze almış, yapışkan ama yakışıklı bir dilenci. Nereliydi acaba? Ülkesi neresiydi? Gerçekten de ülkesine mi dönmek istiyordu? Yoksa sadece ordan oraya gezen bir berduş muydu? Adamın derinlerine dalmak, nereden gelip nereye gittiğini sormamak için kendini zor tutuyordu Aysen. Ona içinden bir isim bile vermişti. Bu adam muzip bir İspanyol muydu acaba? Belki de soğuk ve mesafeli İngiliz toplumundan fırlamış bir anarşist… Kimbilir kimdi? Nasıl bir hayatı vardı?

Ancak daha fazla sürdürmek istemedi düşüncelerini; öylece sorularıyla ve bir dilenciyle bir başına tehlikeli olabilirdi. Elini pantolonunun sağ cebine attı. Şıkır şıkır oynayan ve bir türlü kullanmayı öğrenmediği bozuklukları adama uzattı. 6 € 28 sent. Adam gözleri parlamış, parayı alıp kendi cebine atarken Aysen’e sordu: “Siz Türk müsünüz?”

07.09.2013 / Cumartesi Sabah

Düzeltme: 13.09.2013 / Cuma; 10:59

Viyana

[1] Belki ‘dingin’ de olabilir.

[2] Belirsiz bir ibare kullanmışım burada, neden?

 

İDMAN:

Aşağıdaki cümledeki kişinin duygularını açıklayan bir paragraf yazın. Kural değişmedi. Doğrudan söylemeyecek, anlatmayacaksınız; davranış ve konuşmalarla göstereceksiniz [METİN 3.1].

“Aysen’i yolda bir dilenci durdurup para ve yiyecek istedi.”

Bardağın yarısı?

Etiketler

, , , , ,

Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Filiz, otobüsten inmiş, hava şartlarına inat vızır vızır akan trafiği izliyor, bir boşluk bulup yolun karşı tarafına geçmeyi sabırsızlıkla bekliyordu. Şemsiyesini çıkarmaya fırsatı olmamıştı. Metronun hizmete açılmasının ardından, Kızılay’dan evine dönmek için kullanabildiği tek vasıta olan dolmuş her zamanki gibi tıklım tıklımdı. İner inmez, evine çıkan yokuştan aşağı doğru akan çamuru fark etti. Çayyolu ismini hak etmek istercesine, bir yanda akan geçici çamur deresi diğer yanda geçen araçların önüne biriken su kümeleri, yoğun geçen bir günün ardından insanı savaşa davet ediyordu sanki. Kavşakta kırmızı ışığın yandığını fark edince, Filiz derin bir nefes aldı, gülümsedi ve nefesini tutarak, koşmaya başladı. Karşıdan karşıya geçmeye nihayet cesaret edebilmişti. Yolun karşı kıyısına sağ salim ulaşınca aklına gelmiş gibi, çantasını karıştırdı. Gülümsedi. “Hay allah, sahiden unutmuşum şemsiyeyi. Aman neyse…” diyerek çamurlara bata çıka yürümeye koyuldu.

Yağmurdan ıslanmış yavru köpek evine çıkan sokağın üzerinde, bir villanın önündeki ağacın altına sığınmıştı. Filiz’i görünce, üstüne atladı. Sudan sırılsıklam olmuş bej rengi kaşe pardösüsü pati izleriyle doldu. Köpeğin kafasını avuçlarının içine aldı, “üşüdün mü sen bakiiim? Beni mi bekledin burada? Canım benim, gel hadi evimize gidelim,” diyerek, tir tir titremekte olan yavrucağızı kucağına aldı. Yağmur şiddetinden bir şey kaybetmemişti. Hafif bir rüzgar da eşlik ediyordu iri su damlalarına. “Bu yıl da güzü yaşayamadık ya neyse, kar yağınca birlikte kar topu oynarız di mi balım,” diyerek köpeğin ıslak kafasını burnuna dokundurdu. Köpekçik biraz olsun neşelenmişti. Birlikte yokuşu çıktılar. Apartmanın arka kapısından girecekti ki, kapının yapılan mantolama nedeniyle kilidinin değişmiş olduğunu fark etti. “N’apalım, ön tarafa yürüyeceğiz. Biraz daha spor yapmış oluruz. Hem her zaman yağmur yağmaz, köpecik, bak bu duşun kıymetini bil,” diyerek kıkırdadı. Aslında soğuktan dişleri tıkırdıyordu ikisinin de. Ama yine de çok eğleniyor gibi görünüyorlardı.

Apartmanın etrafından dolandılar. Kapı yine açılmadı. Bu kilidi de değiştirdiler herhalde, neyse hırsız da giremez, diye düşünüp, sonra saçmaladığına ikna oldu. Tekrar kıkırdadı. Kapıcının zilini çalmak zorunda kalsa da, bunu da dert etmedi. “Hamiyet ablaya da bir meraba derim, köpecik,” diye kendi kendine bahaneler üretti. Metalik sesin ardından duyduğu “Kim o?”ya,

— Benim, Hamiyet Abla. Aç, aç hele. Kilidi değiştirmişler. Ben de sana bi meraba diyeyim, dedim. Hahahah. Nasılsın iyi misin?

— Deli kız. Başka zaman meraba derdin. Gir içeri gir. Islanmışsındır.

— Yooo köpecikle doğal duş aldık.

— Köpeği de mi getirdin? Ah sen ah… Hiç akıllanmayacaksın de mi. Hadi gir, deli kız. Annen bekler.

— Özlemiştir işte ne güzel.

— Kız Polyanna, gelmiyim oraya, ayağımın altına almıyım. Hahahha… Gir içeri hadi.

24.09.2014 / Çarş. // 20:20

Ankara

İDMAN:

Aşağıdaki tümceyle ilgili bir paragraf yaz. Söylemeyeceğini, davranış ve konuşmalarla göstereceğini unutma!

“Filiz çok iyimserdir.”

Yazınsallık – 2: İç ve dış katmanlar

Etiketler

, , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir metnin yazınsallığını nasıl ölçebiliriz? Yazınsallığın katmanları, kökenleri nelerdir? Bu anlamda yazınsallığın bir dış katmanları (ya da koşulları) bir de iç katmanları olduğu söylenebilir. Dış katmanla kastım, metnin kendi dışından gelen etkenlerin yazınsallığına etki etmesidir. Örneğin, bir metni ya da bir külliyatı incelemek ve yazınsal değerini tartmak istediğimizde, ilkin hangi yazar tarafından nasıl bir bağlamda ortaya çıkarıldığını irdeleme ihtiyacı hissederiz. O halde yazınsallığın ilk boyutu, en dıştan başlayacak olursak, metnin bağlamıyla ilişkisidir: (1) Bağlam metni nasıl şekillendirmiştir? (2) Yazarının pozisyonu nedir? (3) Metninin o bağlam içindeki yeri / değeri nedir? Bu yazarı ve metni ortaya çıkaran koşulları anlayıp değerlendirmek, öne çıkan kavramların ve dertlerin / izleklerin kökeni çözümlemek anlamına da gelir. Sonra bu pozisyonun, bugünkü bağlamla ilişkisini sorgulama ihtiyacı hissederiz. Örneğin, en son Eylül-Ekim (2013) aylarında okuduğum Mehmet Rauf’un Eylül romanı… Kendi bağlamında değerlendirildiğinde, Türk roman tarihinin ilk psikolojik çözümleme içeren romanı olarak anılır. Ben okurken çok sıkılacağımı düşündüm, ancak yine belli ortak dertler yakalayabildim. Ancak tabii ki bu romanın değeri, bağlamıyla ilişkisinden geliyor. Yazınsallığının kökeni tam da burada. Toplumsal sorunlara sırt çevirdiği için eleştirilse de, evlilik, aşk, bir kadının duygusal tatmini, bir erkeğin bir kadını sevme ihtiyacı, aşkın ve daha da ötesinde yasak aşkın insan benliğinde yarattığı çelişkili haller gibi, günümüzde de anlamı olan bazı insan hallerini gözler önüne sermeyi başaran bir roman. Gerçekten psikolojik derinliği irdeleyebilen ve düşündürebilen bir roman. Bu anlamda daha önce okuduğum hiçbir romana benzemiyor.

Bana kalırsa, bu romanın yazınsallığını oluşturan ikinci unsur da, özellikle başlarda iki baş karakterin duygularını adım adım çok gerçekçi bir şekilde geliştirebilmiş olması. Metni inandırıcı ve sanki uzansam tutacakmışım gibi hissettiren bir yalınlıkta olayları örüyor. Küçük olaylar arasında daha çok psikolojik derinlerde geziniyor. Çok fazla olaya ağırlık vermemesi, metninin yazınsallığını durumlar üzerinden kurması da bir başka boyut ya da seçim diyebilir miyiz acaba? Ancak bir yerden sonra bu çözümlemeler insanı sıkıyor. O kadar salt bağlamdan kopuk insanın iç dünyasına dalması okuyanı yorabiliyor. Pek iç açıcı bir konu da olmaması nedeniyle… Kitabın adının kökenini her ne kadar biz son üçte birinde anlasak da, Eylül’ün simgelediği şey, bir kadının yanlış erkekle evlenmesi sonucu yaşadığı hüsran ve aslında hangi erkekle evlenirse evlensin mutlu olmayacakmış sezgisi. Yazarın metninde yarattığı yazınsallık bu kavram ya da argüman üzerinden şekilleniyor. Durumları kullanarak ve o dönemde daha önce hiç yapılmamış yeni bir şey deneyerek, psikolojik derinlikle yazınsallığını kuruyor. O halde imge ve simgeler de yazınsallıkta önemli araçlar olarak değerlendirilebilir.

Yazınsallıkta görece dış etken olarak değerlendirilebilecek bir şey de yazarın temel kavramları, temaları, izlekleri… ve bununla ilişkili olarak yazma nedeni. Yazarı motive eden şey her neyse muhakkak onun metninin yazınsallığının da hamurunu oluşturuyor. Dilini belirleyen seçmelerin kökeninde de bu motivasyon kökü olabilir. İşte üçüncü boyuta geldik bile: Dil. Yazınsallığın en önemli etkeni, aracı dil… Bu kısım bir kara kutu gibi. Bu kara kutunun içinde dil yaratıcılıkla karılarak, bir etki yaratılır. Dil bir edebi metnin yazınsallığının en içteki katmanıdır. Yaratıcılık da, yani ilginç kılmak, hem biçimsel hem temasal olarak yaratıcı olabilmek de o kara kutunun içinde dil’e eşlik eder. Bu kutunun içinde, öykünün art alanı, ayrıntılar, boşluklar ve kurmacanın unsurları – ki bunların birbiri ile nasıl ilişki kurduğu, kurmacanın nasıl kurulduğu da önemli etkenlerdir yazınsallıkta. Kutunun içinde oluşan gizemli karışımlarla, ortaya çıkan ve yazınsallığı yine dışarıdan etkileyen unsurlar ise şöyle sıralanabilir: etki, sınırlar ve anlam katmanları.

  • Bağlam
  • Yazar
  • Yazma nedeni
  • İzlekler

Bunlar birbiriyle çok sıkı ilişkiler içinde gelişen etkenlerdir. Art alan metin içinde ayrıntıların gösterilme biçimi, yoğunluğu ve boşluk bırakma sanatıyla ilintilidir. Bunun Hemingway tarafından teorize edilmiş hali: Buzdağı Kuramı’dır. Burada önemli olan, anlattıklarımızın aslında olayın sadece küçük bir bölümünü gösteriyor olmasıdır. Tıpkı buzdağı gibi, suyun üstünde olanın altındaki dünyayı anlatabilmesi gerekir. Yani öyle bir şekilde yazmalıyız ki, ayrıntı-boşluk ikiliğini öyle bir kulak memesi kıvamında kurmalıyız ki, okuyan kişiye metnin içinde gösterdiklerimizle metnin içinde olmayan ancak metnin ötesinde gelişen olayları sezdirebilelim. Cemil Kavukçu öykünün parçadan bütüne giden bir tür olduğunu söylemişti. İşte oyun da yazınsallık da burada devreye giriyor. Öyle bir derinliklte, yoğunlukta kurmalıyım ki bu dengeyi, okuyan kişi içine çekilsin, kendi dünyasını kurabilsin.

Dilin genel dilden özel dile (Gündüz, 2003) kadar belli bir skalada esnetilip odaklayarak kullanılması, dile hakim olunması bu anlamda bir araç olarak düşünülebilir. Öykünün yazınsal etkisinin en son ama belki de en önemli dışsal ayağına geldik: İlgi çekici kara delik etkisi yaratan bir giriş ve tokat gibi okuru şaşırtan çarpıcı bir son… Bu nokta yazarın yazma nedeni ve motivasyonunun da kaynağını oluşturan, öykünün çekirdeği ile ilişkili. Bu çekirdeğin içinde, tek ve vurucu etki yaratacak, metni bir oturuşta okutacak, çekici bir giriş ve çarpıcı bir son yaratıp, okuyan kişiyi metni bitirdikten sonra bile metnin içinde tutan unsurları bulmak kalıyor yazara. Sonuca çok odaklanmadan, okumayı da yazmayı da nasıl keyifli hale getirebilirim? Belki de yazarın üzerinde düşüneceği sorulardan biri… Bu argümanına / izleğine ve biçime hakim olmakla alakalı bir şeydir diyebiliriz. Yazarın derinleştirilmiş, sorgulanmış ve iyice geliştirilmiş bir argümana ihtiyacı olabilir. Ancak tabii yazma süreci de keşiflerle dolu. Bunu da unutmamak gerekiyor. Bu ikisini de dengeleyebilmek gerekiyor. Giriş ve sonuç arasındaki bölümde de RİTİM önemli bir yazınsal öğe olarak durmakta. Çünkü okuru, metnin içinde tutmayı ve o sona ulaştırmayı hedefliyoruz. Ritmi yaratan öğeler nelerdir diye düşündüğümüzde de, noktalama işaretleri, cümlelerin uzunluğu ve kısalığı, kullanılan kelimeler, fonetik etkileri ile hece ve kelime sayıları.

Yazınsallığa ilişkin birkaç son noktaya değinip, bu bölümü bitirelim:

  • – İYİ – Yazar olmak İYİ okur olmaktan geçiyor öncelikle. Bunun için de, salt hızlıca çok sayıda metin okumak yerine, derin ve nasıl okuduğunu da fark ederek okumak önemli hale geliyor.
  • Kişinin kendine eleştirel bir mesafeden bakabilmesi çok önemli. Yani başkalarına kendi metninin yazınsallığını ve niteliğini sormadan önce kendi öz-eleştirelliğini geliştirmesinde fayda var.
  • Üçüncüsü… çok hoşuma giden bir şey… Anlatacağı hikayeyi yakaladığına emin olana kadar yazmak…

Belki yazınsallığın alt bileşenleri olarak değerlendirilebilecek şu noktaları da not edelim; özellikle usta yazarları okurken şunlara dikkat edebiliriz (Semih Gümüş, Yazar Olabilir miyim?):

“… öykü ya da roman yazmaya karar verenler için bir yol arıyorsak eğer, hele şimdi yayımlanan kitap çeşidi içinde kaybolduğumuz koşullarda nitelikli, dizgesel bir okuma nasıl yapılabilir sorusuna, şu öneriyle karşılık verebilirim: Türkçeyi en iyi ve kusursuz biçimde kullandığını düşündüğüm yazarları okuyarak başlarım.

  • Vüsat O. Bener,
  • Adalet Ağaoğlu,
  • Tahsin Yücel,
  • Ferit Edgü,
  • Tomris Uyar,
  • Selim İleri gibi yazarları seçip okurken
    • bir tümceden ötekine nasıl geçtiklerini,
    • nerede hangi sözcükleri kullandıklarını,
    • bölümleri birbirine bağlayarak nasıl kotardıklarını,
    • diyalogları nasıl yoğunlaştırdıklarını,
    • kişilerin davranışlarını ayrıntılar içinde nasıl verdiklerini,
    • bütün metni nasıl kurguladıklarını çözerek okurum.

KAYNAKÇA:

  • Ayfer Tunç: Dünya bana dokunuyordu, Endişe, Radikal kitap eki; 3 Haziran 2005 / Cuma; s.62
  • Buket Uzuner; Selin ve Cem’le Yolculuklar, Everest Yayınları, Ocak 2004, İstanbul
  • Salih Bolat; Öykü Yazma Teknikleri, Papirüs Yay., 2003, İstanbul
  • Pınar Kür: Yazmak endişeden kurtulmak çabasıydı, Endişe, Radikal kitap eki; 6 Mayıs 2005 / Cuma; s.41
  • Sevim Gündüz; Öykü ve Roman Yazma Sanatı, Toroslu Kitaplığı, Ocak 2003, İstanbul

Yazınsallık – 1: Öznel çıkarımlar

Etiketler

, , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Edebiyat bir sanatsa, metnin estetik değerini ne belirler? Bir metni ‘sanat eseri’ yapan nedir? Metnin anlatımı ve dili nasıl inşa edilir ki metin edebi nitelik kazansın? Tüm bu sorular, yazma edimine yeni başlayan biri için, çözümlenmesi güç problemler. Bir yazar adayının iyi bir okur olması da beklendiğinden, bu iki uçlu bir eğitim alanına işaret ediyor. Okuduklarımızı da yazınsallık süzgecinden geçirerek değerlendirmez miyiz? Bu soruların yanıtlarının arkasında bir yandan edebiyat kuramları saklı; ancak şimdi bu konuya girmeyeceğiz. Yazınsallık sorgulamama kendi içimde geliştirdiğim bazı temel sorularla ve kendi okuma-yazma deneyimime dayanarak oluşturduğum ufak tefek öznel çıkarımlarla başlamak istiyorum.

Bir insan neden yazar? Yazılı bir metnin sanatsal olmasını sağlayan şey nedir? Yazılan her şey sanatsal mıdır? Edebi olan metinle, olmayanı ayırt eden nedir? Peki en temel sorulardan biri: Edebiyat nedir? Neden ve nasıl ortaya çıkmıştır? Nasıl değişmektedir? Coğrafyadan coğrafyaya farklı diller varken, edebiyatta evrensel değerlerden söz etmek mümkün müdür? Dün edebi olanın bugün de edebi olması mümkün müdür? Nasıl? Star Wars’ı izlerken aklıma takılmıştı, onların elinde tekniklerini geliştirebilecekleri görsel malzemeleri var; sunum teknikleri, altyapıları… Oysa bizim elimizdeki tek araç dil.. Nasıl oluyor da bu en eski sanat dalı olan edebiyat sadece kelimelerle bu kadar etki yaratabiliyor?.. Doğrusu bu soruların yanıtlarını çok merak ediyorum.

Peki, sanatsal olanın değerini yaratıcılık ürünü olması mı belirler acaba? Bir metnin sanatsallık derecesini, edebi olup olmamasını içeriğinden (ne anlatıldığından) çok, biçimi (nasıl anlatıldığı) belirliyor diyebilir miyiz? Bu aynı zamanda yaratıcılık ve sınırlarla karşılaşan bilincin de sorunları aşmak ve çelişkileri çözmek için kullandığı hayal gücü ile ilgilidir. Bir tür beceri.. sanatçı yönü ve zanaatkar yönü kendinde eriten, eserin mekanik biçimi ile organik biçimini kendinde buluşturan bir durum bu. Yaratının iz bırakması için, sanatsal olması için iki şeyi başarması lazım, bir hedef kitlesinin alabileceği bir anlam katmanı zinciri yaratmak, yani belli düzeyde diğer eserlerle ortak bir dil ve biçim geliştirmek… Ama aynı zamanda çelişkili bir şekilde, kendini diğerlerinden ayırt edebilmesi de hatırlanmasını ve iz bırakmasını sağlar. Yani bir eser, kendinden öncekilerden beslenirken -yani onları tüketirken- bir yandan da onlardan farklı olmalıdır. Eserin kendine ait kimliği, kişiliği olduğu oranda edebiyat dünyasında kendine yer edinecektir. Peki ne demektir bu? Kendine yer edinmesi, kimlik sahibi olması nasıl mümkün olur? Don Kişot’un kimliğinin kaynağı nedir mesela? Sınır kavramının sanatsallıkta çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hem eseri yaratırken yazarın karşılaştığı ve tanımladığı sınırlar; hem de yaratının kendi içindeki sınırları. Yazarın sınırları, edebiyatın/dilin sınırları, metnin sınırları diye üçe ayırabilir miyiz acaba, edebiliği etkileyen sınırları?…

Anlam katmanları ve bu katmanların metnin içindeki ilişkileri ve hareketleri de bir diğer unsur olabilir mi? Eserin sınırlarının iyi çizilmesi, kendi içinde organik biçimin ve dışındaki mekanik biçimin yerli yerine oturması için bu şart. Anlam katmanları ya da kavramlar birbirini sınırlayan öğeler olarak da kullanılabilir, örneğin aşk ve ölüm; kesişim kümesi gibi… Bu, bizim odaklandığımız alanı daha da daralttığından anlattığımızın etkisini artırabilir. Dağılmaktan korur bizi. Örneğin, Moulen Rouge filminde ana tema aşk, onu kısıtlayan arkadaki tema da ölüm olgusu idi. Sınırlılık… Temel tez bu iki kavramın ve anlam katmanının kesişimi ile kurulmuştu; aşk, ölüm gibi bir sınır içinde anlamlıdır. Aslında ana tema, aşkın sınırlarla güzel olduğu ve kaçınılmazlığı idi. Ama bu film için tema, ölüme daraltılmıştı. Eğreti Gelin filmindeki sınır, gezici tiyatro idi. Bu, bizim algı sınırlarımızı daraltıp, dikkatimizi hikayeye yoğunlaştırmamızı sağlayan daha çok mekanik biçimle ilişkili bir sınırlayıcı öğe idi.

Bir diğer yazınsallık unsuru da kurgu olabilir mi o halde? Hikayenin akışı hem bir yandan tahmin edilebilir olmalı, ama bir yandan da kendini o kadar kolay ele vermemeli… Ki kurgu, atmosfer içinde taşınan, hareket eden bir kurmaca unsurudur. Atmosfer de kurguyla kafa kafaya giden bir yazınsallık boyutudur diyebiliriz o halde.

Boşluklar… İşte bu da bir diğer önemli unsur galiba; özellikle öyküde. Metnin, yazan kadar okuyan tarafından da yeniden ve yeniden, tekrar tekrar üretilmesini sağlayan bir öğedir bu. İnsanlar bulmaca gibi çözdükleri metinleri severler. Eğer anlamadıkları bir metin varsa ortada bunun edebiliğinden söz etmek zordur; tabii anlaşılması zor olan her metnin edebi olmadığı söylenemese de; bu biraz hassas bir konu ve bence ustalık ve tecrübe gerektiren bir problem alanı. Şimdilik bunla ilgilenmeyi erteleyebilirim sanırım. Ama bırakılan boşlukların dozu ve kompozisyonu bir metin ortaya koyarken üzerinde düşünülmesi gerekli bir boyut.

Hikayenin edebiliği, gerçekliği ve samimiliği ile ne kadar ilintilidir peki? Okurken şunu diyebilmeli okur: “bu hikaye başka türlü olmaz,” ya da “olur ama bambaşka olur”. Bu tartışmaya açık bir konu: çok anlamlılık. Ama sıkı bir anlamsal ve biçimsel örüntü metnin yazınsallığını ve dokusunu etkiliyor şüphesiz.

Bir de konumuz öykü olduğuna göre, özellikle sesin, anlattığı biçimle uyumu öyle zannediyorum ki bizim için önemli bir araç, sanatsallığı kuran. Bir şiir okyanusu anlatıyorsa, söz dizimi, ses örüntüsü de bize okyanusu hissettirmeli mesela. Ya da şairi neyi hissetmemizi istiyorsa onu. Bu da henüz pek bir acemi olduğum bir konu; ama çalışmak isterim. Postacı filminde izlemiştim, sonrasında da birkaç deneme yapmıştım.

Evet acaba ben ilk ne zaman fark etmiştim, bu resimsiz, hareketsiz kelime yığınlarının insanlara bu kadar dokunup onları değiştirebildiğini? Sanırım dokuz yaşında okuduğum ‘Yasemen’ adlı romanda. O kadar etkilenmiştim ki hala aklımda. Sonra Polyanna.. sonra Buzlar Kraliçesi.. Kaşağı ve Diyet öyküleri… Onlar beni çarpmıştı. Ama nasıl olduğunu anlamamıştım doğrusu. Nasıl okuduğum bu şey benim hem ona inanmamı sağlıyor, hem de orada olan bir şeyle içimde bir özdeşlik, bir ortaklık kuruluyordu? Bir türlü çözememiştim.. Şimdi bu soruların yanıtlarına biraz daha yakın hissediyorum kendimi. Ancak hala daha gidecek çok yolum var. Bir sonraki yazıda öykünün yazınsallığına eğilmeyi düşünüyorum; özellikle şu başlıklar altında:

  • Buzdağı Kuramı (Hemingway) – ÖYKÜNÜN ART ALANI
  • KARADELİK etkisi
    • KISALIK (bir oturuşta / solukta okunması)
    • TEK, YOĞUN, VURUCU ETKİ
  • Ayrıntılar [genel dil & özel dil]
  • Boşluklar

Bu temel boyutlar göz önünde bulundurularak… bir öykü metnini… ne kadar yoğunlaştırabilirim? Bu da daha önce verdiğimz öykü tanımı ve amacı ile ilişkili yazınsallık problemi etrafında sıklıkla dönüp dönüp irdeleyeceğimiz bir soru olacak gibi görünüyor. Keyifli okumalar… 🙂

Kağıt Kesiği

Etiketler

, , , , , , , ,

Vakit epey ilerlemişti. İkindi güneşi şerit perdeden içeri sızıyordu. Ev tek odalıydı. Ortasında uzunlamasına yerleştirilmiş kocaman beyaz bir masa, üzerinde ataçlı ve dağınık kağıtlar, kimi açılıp yüzüstü bırakılmış kitaplar, dünden kalma iki kirli kahve fincanı ve kargacık burgacık notlarla bezeli beyaz kağıtlar duruyordu. Masanın başında çalışmasına dalmış minyon tipli kadın, rinoloji alanında uzmanlaşmaktaydı. Doktora tezini henüz bitirmişti. Hastaneden bir haftalığına izin almış, o cuma sunacağı makalesi üzerinde çalışıyordu. Güneşi fark edince kalktı. Pencereye yöneldi. Şeritleri sol elinin parmaklarıyla hafifçe ittirerek, kendine seyir alanı açtı. Sokağın köşesinde pazar çantası ile ağır aksak ilerleyen altmış yaşlarında bir kadın gözüne ilişti. Kadın önünden geçtiği marketin içine girince, bu sefer de dikkatini marketin karşısındaki parka çevirdi. İki anne, çocukları oynarken bankta oturmuş çekirdek eşliğinde sohbet ediyorlardı. Birinin elinde örgü vardı; diğeri siyahi bir göçmendi. Çocukların şen şakrak kahkahaları, bağırışları, kavgaları sokağı aşıp pencere aralığından kulağına geliyordu.

Otuz dört yıl… Ardımda kaldı kalacak. “Babam hep girdiğim yaşı söylemeye alışkındı”, diye geçirdi içinden. Olur olmadık zamanlarda, tuhaf düşünceler geliyordu insanın aklına. Gülümsedi. Son bir yılda ne çok şey değişmişti hayatında. Ne çok şey olmuştu. Kocasından ayrılmış, 2,5 yaşındaki oğlunun velayetini almayı başarmış, ancak annesinin yanına Türkiye’ye göndermek zorunda kalmıştı. Üstelik Cahit Sıtkı’nın yolun yarısı dediği sınıra da sadece dört gün mesafedeydi. Şimdiki yaşının yarısı kadarken tanıştığı Cahit Sıtkı’yı o zamandan beri hiç okumamıştı. Yaş problemleri… Bir türlü anlayamamıştı arasında mesela on yaş fark olan insanların yaşları yıllar geçtikçe birbirinin nasıl iki üç katına dönüşüyor, sonra tekrar nasıl yarıya iniyor, iki katının bir fazlası haline gelebiliyordu mesela? Aralarındaki yaş farkı sabitken ne lüzumu vardı toplayıp, çarpıp, bölmeye? Yaş neydi ki? Yaşanmış yıllar mı, geride kalanlar mı, önümüzde beliren yol mu? Yoksa biriktirdiklerimiz, elimizde kalanlar mı? Elinde ne kalmıştı? Koskoca, başarılı bir başarısızlık öyküsü müydü hayatı? Evli, çocuklu, mutlu ve doktor olmayı hedeflemişti yolun yarısında. Neyse ki bu kentte yalnız değildi. Kız kardeşi, iki blok ötesindeki restore edilmiş, eski bir binada tek odalı bir ev kiralamıştı. Döbling, Viyana’da yaşanacak en güzel yerlerdendi. Ama böylesi güneşli günleri görebilmek pek mümkün olmuyor; insanı depresyonun eşiğine getiriyordu güneş yoksulu haftalar. Gerçi ne zaman içi sıkılıp, kendini sokaklara atsa, kucaklardı bu kent onu. Biliyordu.

Yo, yo, diye başını iki yana salladı. Bunları düşünmenin zamanı değildi. Çalışmanın en güzel yanı insanı kendinden koruyabilmesiydi. Belki de bu yüzden doktor olmayı seçmişti, kim bilir. Kendinden kurtulmayı umduğu için. Bir hekim bencil olabilir miydi? “Başarılı bir sunum benim doğum günü hediyem olacak”, diyerek düşüncelerini toparladı ve tekrar masasına yöneldi. Oturdu. Birden aklına gelmiş gibi: “Acaba ölümden sonra hayat var mı?”, diye soruverdi. “Tanrı var mıdır?” Hep sorduğu sorulardı bunlar ama zaman zaman aklına gelir, sonra sönerdi. Dünyadaki en büyük sır tüm sırlara vakıf bir yaratıcının varlığı ya da yokluğu muydu? Tam bu soruları düşünürken, sol baş parmağı ile işaret parmağı arasında, avucunun en tombul yerinde derin, çaresiz bir acı hissetti. Hem yakıyor, hem zonkluyordu. Bir anlık derin bir sızı… Eline almaya çalıştığı makale destesini hemen elinden fırlattı. “Allahım ne kadar da sakarım!”, diye sesli sesli söylendi. Masasının başına oturdu; birkaç dakika içinde çalışmasına tekrar odaklanabilmişti.

Bir sayfa okumuştu ki, kağıt üzerindeki şekilleri düşünmeye başladı. Hepsi bir standarda bağlanmış yirmi dokuz harf… Ne garip, ne sıkıcı şeylerdi. Ama arkalarında gizledikleri anlamların zihnine nüfuz etmesine izin verdiğinde, kah bir insanın burun deliklerinden içeri süzülebiliyor, kah en büyük korkusu bir örümceğin sır dolu yaşamıyla burun buruna gelebiliyordu. Tüm zerrelerinde hissedebiliyordu, kağıda düşmüş, tek başına hiçbir anlamı olmayan harfler, bir araya gelip de bir anlam yarattıklarında.  İşin en garip yanı burada bir şeyi okuyorsa onu bir de yazan vardı. Kimdi, nasıl biriydi acaba? Onun zihnindeki düşünceler, belki duygular bilimsel bir metin bile olsa bu kelimeler aracılığıyla nasıl da onla temas ediyor, bilincine erişiyor, düşüncelerinde dolaşıyordu. Sorularına yanıtlar veriyordu. Dünya üzerindeki bütün kitapları, bütün metinleri okusa, tüm hayvanların ve bitkilerin dilinden anlasa… Yaşamın ve ölümün sırrına erebilir miydi? “Ne oluyor bugün bana böyle? İşten izin alıp evde felsefe yapmak da ne demek?” Ama bir yandan da içinde gizli bir bilincin dolaştığı hissine kapıldı. Sanki değişmişti. Apansız. Büyümüş, olgunlaşmış, bir üçüncü göze kavuşmuştu. Bu mümkün müydü? Avucunun içine doğru uzanan kesik sızladı belli belirsiz. Bunu bir türlü anlayamıyordu. Acıyı ve acıyı unutabilme yetisini… Oysa yara hep oradaydı. Yara hep ordaysa insanın acısı nasıl dinebilirdi? “İyileşme”, diye fısıldayıp, tekrar kendini okumaya verdi. Bugünlük bu kadar felsefi sorgulama yeterdi.

Bir saat geçmiş, güneş etkisini yitirmiş, Derya da göz attığı bir makalenin sonuna gelmişti. Notlarına baktı, onlarla gurur duyar gibi, arkasına doğru gerindi. Gözlerini kaşıdı ve tekrar bir kedinin kamburlaşması gibi masasına eğildi. Yazısı berbattı. Ama umurunda değildi. Kağıdın üzerinde elini gezdirirken, kağıdın pürüzlü ama canını acıtacak kadar da sert olmayan yüzeyini hissetti. Aniden çalan telefonun sesiyle irkildi. Kağıt destesini elinden bırakıverdi. Alışıldık bir refleksle telefonu açtı. Arayan kız kardeşiydi. Canlı, cıvıl cıvıl bir ses tonuyla ona nasıl olduğunu, neler yaptığını soruyordu. “Günlerdir haber alınamayan sevgili ablacığım…” gibi abartılı cümlelerle başlayıp “nasıllar acaba?” gibi resmi, kısa, şakacı ifadelerle devam ediyordu konuşmasına. Derya’nın zihni az evvel aldığı notlara bir an evvel geri kaçmak istediğinden, kardeşinin abartılı çıkışlarına “hıhı”, “ya”, “aaa!” gibi çeşitli anlamlara gelebilecek ünlemlerle tepki veriyordu. Kardeşinin sesinde bir tedirginlik mi vardı, bir telaş mı? Kestirmek zor, diye geçirdi aklından, iç çekti kendi kendine. Son bir haftadır izlenen filmler, okunan kitaplar, atlatılan kısa süreli panik atak… Derya bir an aklına gelmiş gibi:

— İlaçlarını aksatmıyorsun değil mi, kardeşimi?, diye sorma ihtiyacı duydu.

— Unuttun mu abla, üç aydır dozu azalttık, artık almıyorum. Dünden itibaren…

— Yaaa… Peki nasılsın?

— Abla onu bırak da… Bu cumaya hiçbir randevu verme. Sana harika bir sürprizim var.

— Hiç parti falan vereyim deme Aysun. Çok yoğunum biliyorsun. O gün de sunumum var.

— Sen bana bırak ablacım. Sen boş ver onu da… Hani şu burnuna kalem sokarak intihar eden adamın hikayesi vardı ya… Onu bir daha anlatsana. Ne marka kalem sokmuştu burnuna?

— Şebek! Kaç kere anlatacağım?

— Ama çok hoşuma gidiyor anlatma biçimin. Bi daha anlat n’olur?

— Peki canım peki. Ama anlatıp kapatmam lazım.

— Bi de…

— Efendim canım?

— Sen anlat. Sonra söylerim.

Kardeşinin birden mahzunlaşan sesini o anda fark etmedi, çok üstünde de durmadı söyleyeceği şeyin. O an düşünebildiği tek şey, bir borç gibi, ona her an ulaşma serbestisine sahip çok yakın bir insanı bir an evvel başından atıp, çalışmasına dönebilmek; burun çevresi sinüslerindeki hastalıklara ilişkin aldığı son notları düzenlemekti. Darbe ve yaralanmalara, yırtılmalara da göz atacaktı sonrasında. Hikayeyi anlatıp, telefonu kapattı. Kardeşinin hızlı dönüşümü olağan bir şeydi. Bazen çok neşeli, hemen arkasından hüzünlü olabilirdi. Onlardan uzak, küçük bir kasabada yaşayan anneleri bunu ikizler burcu olmasına bağlardı. Antik çağlardan –belki öncesinden– günümüze, insanlar sorulara ve sırlara ne de acayip yanıtlar bulmuş, kendilerini böyle rahatlatmışlardı. Bugün bilinci bir acayip çalışıyordu. Zihni ve duyuları, hisleri bir bütüne ulaşmış gibiydi. Bunu, günlerdir çok yoğun çalışıyor oluşuna bağladı. Bazen bu kadar çalışma insanda garip duygusal etkiler yaratabiliyordu. Ama telefonu kapattıktan sonra tuhaf bir sezgiyle doldu gözleri: Ya bu kardeşimle son konuşmamdıysa?… Öyle ya, kiminle en son karşılaşmamızın nasıl olacağına biz karar veremiyoruz. Bunu telefon elindeyken düşünmemişti; cep telefonunu kapattığı an bu garip düşünce telefondan bedenine sıçramış, bir spermin rahme düşmesi gibi aklına düşmüş; büyüyüp serpilmeye başlamıştı. Artık görüntülerle kanlı canlı bir hikayeydi duyumsadığı. En çok da allanan kalın mı kalın bir sicim… boğumları… kardeşinin beyaz gecelikli sallanan bedeni, yüzüne düşmüş kahverengi terden sırılsıklam olmuş, uzun dalgalı saçları ve çıplak küçük morarmış parmak uçları… Yapmış olamazdı. Değil mi? Ama daha önce iki kez teşebbüs etmemiş miydi? Yo yooo… İyileşti artık. Doktor ilacı da kestiğine göre… Yapmamıştır, hele bu şekilde… Yo olamaz. Belki de… Başucunda bir kutu ilaç. Geçen sefer son kez aradığında bir şeyleri bahane ederek, ilaçları sormuş, evdeki hangi kombinasyonun en öldürücü olabileceğini saptamaya çalışmamış mıydı? Yo yo… Olamaz. Avucunun içindeki kesiği acıyla birlikte tekrar anımsadı: Git bak!

Aysun, iki blok ötede oturuyordu. Derya’dan dört yaş küçüktü, onun doğum günü de tam bir ay sonraydı: 24 Mayıs. Bir reklam firmasında grafik tasarımcı olarak çalışıyordu. Eski erkek arkadaşı yanında kendini bir iple asıp öldürdüğünden beri, aralıklarla son beş yıldır, depresyon tedavisi görüyordu. Panik atakları da vardı. Bir sürü iş değiştirmiş, kendini her kötü hissetmeye başladığı ve işsiz kaldığı her seferinde, birkaç hafta ablasının yanında kalıyor, sonra eniştesine dayanamayınca tekrar kendini yeni bir işe atıyor, sürekli yeri değişen evine geri dönüyordu. Annelerinin bu olanlardan haberi olmamalıydı. Dayanamazdı kadın. Aydın’ın bir kasabasında büyük bir villada yaşıyordu. Kocasını komşusunun silahından çıkan öfkeli bir kurşunla kaybeden kadın, kızının yaşadıklarını duymaya dayanamazdı. Derya bu durumu ustalıkla saklamayı becermişti. Peki ya şimdi? Kardeşine bir şey olduysa. “Kuruntu, gereksiz bir endişe,” diye kendini teskin etmeye çalıştı. İçindeki ses kesiğin acısıyla tekrar belirdi: Değil!

Bu nisan soğuk geçiyordu. Dünya gittikçe soğuyor mu, ısınıyor mu, diye düşünürken üzerine mevsimlik pardösüsünü geçirdi. Bej renkli sadece dizlerine dek uzanan kısa pardösüsüne anahtarını alırken son kez aynadan bakarak, kendini kapının dışına attı. İnsan böyle anlarda her ayrıntıya takılır. Zaman da sanki bir yandan çok hızlı ama bir yandan da yavaşlatılmış bir filmin sahneleri arasında dolaşır gibi yavaş akar. Arada boşluklar oluşur. Kendini sokakta bulunca, hafif çiseleyen yağmurun altında kaldırımdaki ağaçlara sığınarak yürümeye başladı. Çocukken çok sevdiği bisikletini anımsatan, küçük kırmızı bir bisiklet gördü. Imbiss yazılı büfenin önünde bir çocuk elinde Kornetto dondurmasıyla bisikletinin yanında duruyordu. Bu bisikletin aynısıydı, diye geçirdi zihninden önce. O zaman ne kadar da büyük görünürdü gözüme. Ama dur ya… tabii ki bu marka değildi, yanılıyorum. Sonra Aysun çok ağlamıştı da babam ona vermemi istemişti benden. Dayanamazdı Aysun’a. Ne çok severdi onu. Benim en çok sevdiğim şeyi elimden alacak kadar çok mu? Hayır hayır… Bunları düşünmek anlamsız ve yersiz, diyerek hızla yoluna devam etti.

İnsan bazen hayatının değiştiği dönüm noktalarından geçerken, zamanda ve mekanda bir çukur oluşturarak ilerlediğini hisseder. O gün ikindi vakti o sokakta yürürken öyle oluyordu işte. Hani bir önceki anla sonraki arasında uçurumlar vardır, ama o uçurumu uçarak geçer insan. Kısa bir mesafedir ama aklında her anı yer eder. İşte öyle bir duyguyla, daha önce dikkat etmediği, fark etmediği ayrıntılara takılıyordu zihni. İlk köşede eski bir terzi olduğunu hiç fark etmemişti mesela; sanki 1950’lerden kalma vitriniyle, karanlık, sade ve kirli bordo kadife perdenin arkasında, Türk terzi, dikiş makinesiyle çalışıyordu. Harala gürele, sanki dünyayı kurtaracakmışçasına, ama öyle tatlı ve azimli ki… Kendi hayatındaki stresle karşılaştırıldığında ne kadar da sakin. Yetiştirmesi gereken onlarca pantolon, onlarca tamir işi var belki. Ama o, yanındaki çırağıyla sohbet etmeyi, ona gülümsemeyi de ihmal etmiyor. Bir hemşireye en son ne zaman gülümsediğini düşündü, hatırlayamadı. Hastaların yüzüne bakıyor muydu? Kulaklarının, burunlarının ve boğazlarının derinliklerini yüz hatlarından daha iyi biliyordu belki. Annesini en son ne zaman aramış, onla ne zaman karşılıklı kahve içip fal bakmışlardı, belki oğlu Çağrı iki yaşına girmişken, bir tatilde. Hayat ne çabuk dönüşüyordu. Yağmur köşeyi geçerken dinmiş, kardeşinin yaşadığı binaya yaklaşmıştı.

Kapı açıktı. Bej pardösüsü ile hayalet gibi içeri süzüldü. Binada asansör yoktu. Beş katlı apartmanın döngüsel merdivenleri, zaman makinesi gibi içine alırdı Derya’yı. Telaşla değil, sakin sakin çıktı. Bir yanı, içinde bulunduğu bu ruh halinin, bu endişenin sadece çalışmaktan çok sıkıldığı için, bilinçaltının, zihninin ona kurduğu bir hikayeden, kuruntudan ibaret olduğunu söylüyordu. Ama bunu aklından geçirir geçirmez, içindeki bir başka ses –el ayasındaki kağıt kesiğinin sızısıyla– kendini duyuruyordu: Bu kuruntu değil, gerçek. O öldü. Bu sesi duyunca daha hızlı çıkmaya başlıyor, sonra kendini tekrar sakinleştiriyordu.

Güneşin sönmekte olan ışığı merdiven boşluğunu huzmeler halinde kesip, ahşap tırabzanlara uzanıyordu. Derya güneşin tırabzanlara değdiği noktalara dokunmaktan çekiniyor, eli yanacakmış gibi korkuyordu. En son ne zaman çimlere uzanıp, güneşin damla damla içime işlemesine izin verdim. Yoo, ben dokunulmazım, ulaşılmazım. Öyle olmak zorundayım. Vaktim yok. Kapıya yaklaştıkça kalp atışları hızlandı. Kalbin böyle hızla çarpmaya başlamasının ardında psikolojik nedenler olması ona hep şaşırtıcı gelmişti. Tıp fakültesindeyken insan kalbini elinde defalarca tuttuğu halde, bu ona hala şaşırtıcı geliyordu. Tüm bu düşüncelerin onu kötü düşünce ve duygulardan uzaklaştırmak için kendi zihninin oyunları olduğunu da biliyordu. Kapıya uzandı. Zili çaldı. Nefes nefese kalmıştı. İçerden bir müzik sesi geliyordu. Baygın, keyifli bir müzik… [Tick tock lemar] But somehow… Even though she cries… Ağlamak, gülümsemek.. Bir kadından söz ediyordu şarkı. Duyabiliyordu. Ama kapıyı ona açacak kişinin ayak seslerini duyamadı. Bir kere daha uzun uzun ısrarla çaldı. Kapı açılmadı. Çantasını almamıştı ama kendi anahtarının üzerinde kardeşinin anahtarı da vardı. Bir yandan düşündü ya şimdi sevgilisiyle yatakta yakalarsam… Ama zili çaldım. Toparlanırdı. Oyalanma da… Kapıyı aç, diye haykırdı elindeki kağıt kesiği. Ona itaat etti. Kapıyı itti. Ayakkabılarını çıkarmadan mutfakla salonu kesen holü geçti.

Salonun köşesinde masa görünüyordu. Dağınıktı. Üzerinde bir sürü kağıt vardı. Cam sonuna kadar açılmış, beyaz perdeler bahar esintisiyle uçuşuyordu. Keşke hep o anda o esintiyle kalabilseydi. Ama ilerlemek zorundaydı. Bir adım attı. Yerde önce kardeşinin ayıcıklı terlikleri içinde ayak altlarını gördü. Sonra çıplak bacaklarını… Beyaz şortunu… Şorta bulaşmış kıpkızıl kanı… Ses çıkmıyordu. Donakaldı. Bu birkaç saniye sürdü. Hala orada yatan kişinin kendi kardeşi olduğuna inanmak istemiyordu. O anda aklına gelmiş gibi, yerde yatan bedenin yanına gitti. Yüzüne baktı. Toprak kokusu içeri yayılmıştı, dışarıda tekrar yağmur başlamıştı. Toprağın kokusu sanki demir kokusuna karışıyor gibi hissetti. Belki başka biridir diyerek yerde yatan bedenin yanına iyice sokuldu. Önce bir hekim refleksiyle boyuna elini uzattı. Nabız alamadı. Bedenin altına kıvrılmış sağ el bileğini yakaladı. Bir umut… Yine nabız yok. Sanki kendi kardeşi değilmiş umuduyla bu kez yerde yatan bedenin yüzüne baktı. Burnuna sokulmuş ince bir dolmakalemle kanlar içinde yerde yatan kişinin kendi kardeşi Aysun olduğunu o anda idrak edebildi. Eliyle kız kardeşinin kanlar içinde parçalanmış burnuna dokundu. O anda toprak-demir kokusuna bir de çaresizlik eklendi. Ağzında acı bir tat kaldı. Kekremsi… Sanki her ayrıntıyı daha da derinden duyumsuyor, her şey canını acıtıyordu. Yerde yatan kadının yüzüne bir kez daha dokundu sol eliyle… Diğer eli hala Aysun’un bileğindeydi. O anda kendi avucundaki kağıt kesiği tekrar sızladı. Ya hamileyse!.. Gözleri doldu ama bir türlü ağlayamadı; bir türlü boşalamadı o gözler. Sonra başka bir ses yükseldi aynı kesikten: Belki de intihar etmemiştir. Belki de bir cinayete kurban gitmiştir. Kendi kendini yalanladı, “iyi de burnuna bu şekilde kalemi bir başkası sokabilir mi, hem bana neden sordu ki bugün? Herhalde intihar etti. Ama yoooo.. Etmiş olamaz. Cuma günü benim için sürpriz hazırlayacağını söylemezdi böyle bir niyeti olsaydı. O kadar neşeliydi ki…”

Boğazı düğümlendi. Acısını dindirmek, gerçeği ötelemek için mi yatmakta olan bedenin yasını tutmaya başlamak yerine, ölüm nedenini sorguluyordu. Sanki bulur bulmaz o ana dönüp, o nedeni kaldıracaktı ortadan. Ama bunun imkansız olduğunu biliyordu. Bağırmak istediğini duyumsadı. Ama yapamıyordu. Ne yapacağını bilemez halde doğruldu. Aklına masanın başındaki kağıtları karıştırmak geldi. Faturalar, dilekçeler, çizimler… Ve bir gebelik testi sonucu ile bir kadın doğum kliniği kartının üzerinde bir tarih ve saat: 24.04.2014 / Perşembe, saat:13:45… O sırada kapının itildiğini duydu. Tanımadığı bir adam holden geçerek içeri girdi, ikisi de birbirine bakakaldılar. “Sen de kimsin?” diye sordu Derya. Adam gülümseyerek: “Sana doğum günü hediyesi almaya gitmiştim. Aysun…” Adam yerde yatan kadını fark etti, gözleri büyümüş halde, tekleyerek sözlerinin devamını getirdi: “Dolmakalemleri… sevdiğini… söylemişti…”

19.04.2014 / Cts. – 28.07.2014 / Pzt.

Viyana / Döbling

EA.2 – 5.HAFTA ÖDEVİ: Beyin fırtınası ile ya da grupça belirlenen 6 sırrı yazın, birini seçip öykü haline getirin [sırrı öyküye dönüştürme ÖDEVİ].. [METİN 5.1].

Muhrika Arı’nın Mükemmel Balı

Etiketler

, , , , , ,

Güneş, tam tepedeydi. Bahar esintisi otlara hafifçe dokunuyor; bulutlar sanki bu hışırtıyla şekil değiştiriyordu. Bal özü toplamak için güneşin inmesini bekleyen işçi arılar, kovanın yakınındaki çayırlara dağılmış; dinleniyorlardı. Kimi birbirinin bal midesini temizliyordu; kimi derin soluklarla kestiriyor kimi de ağız dalaşıyla birbirine laf yetiştiriyordu. Koloninin en çalışkan arısı Muhrika da arkadaşı Mızmız Arı ile uzanmış bulutların değişen biçimlerini okuyordu:

— Şu gördüğün bizim kovan, şu da kraliçe arı. Bak erkeklerle çiftleşme uçuşuna çıkmış.

— Hani nerde? Ben niye göremiyorum, diyordu Mızmız Arı.

— Sen başka bir şeyler görebilirsin akıllım, azıcık hayal gücünü kullan.

O sırada havada bir vızıltı belirdi. Gelen Çığırtkan Arı’ydı:

— Bakıyorum yine pinekliyorsunuz. Hadi kalkın bakalım. Kovanın önünde duyuru yapılacak; beni takip edin.

— Ne oluyor, mola bitti mi?, diye sordu az ötede bir ot parçasının içine gömülmüş uyuklayan Tembel Arı.

— Pis yardakçı, dedi Mızmız Arı eğilip Muhrika’nın kulağına. Çığırtkan Arı’ya nefretle bakıyordu.

— Sus sus, duyacak.

— Duyarsa duysun. Vezir Arı’nın peşinde dolanıp duruyor; hiç çalışmıyor, görmüyor musun? Bütün gün ense… Bir de bize kızıp duruyor “az çalışıyoruz” diye. Yine ne yumurtladı kim bilir vezire?

Kovana yaklaşmışlardı ki, Çığırtkan Arı’nın sesi tekrar duyuldu:

— Arkadaşlar… Arkadaşlar… Beni dinleyin. Sizin günlük rutinlerden çok sıkıldığınızı görünce, Vezirimize bir öneride bulundum. Kendileri muhteşem, harika bir fikir geliştirdiler. Şimdi…

— Tamam, tamam! Kısa kes Çığırtkan!

— Buyurunuz efendimiz…

— Sevgili işçi arılar, Kraliçemiz bu yılki bal üretiminizden çok memnun. Ayrıca geçen hafta cesurca çarpışmanızdan ötürü de sizlere minnettardır. Kayıplarımız için kovanın yakınlarında bir anıt dikilmesi için komşumuz Matabella karıncalarından yardım istedik. Onlar bizim için bu anıtı dikecekler.

“Esas meseleye gel be adam,” dedi Mızmız. “Ufff molamızı bunla mı geçireceğiz?..” Onu bir tek Muhrika duymuştu. “Aaa sus bakayım Mızmız. Bak ne güzel şeyler söylüyor vezirimiz.” Mızmız kendine çekidüzen verip, şöyle bir etrafına bakındı, gerindi.

— Sevgideğer arı kardeşlerim… Sizler için ödüllü bir yarışma yapmaya karar verdik. Bu yarışmaya bütün arıların katılması zorunludur!

— Yarışma da ne ki?, diye sordu kalabalıktan biri.

— Yarışma, diye boğazını temizledi vezir arı. Yarışma… En muhteşem balı kim yapacak yarışması…

— Ama biz balı birlikte yapıyoruz, diye söylendi bir başkası.

— Eee… Şey…

Sesi düştü vezirin, homurdanmaları duyunca kendini toplayıp hızlıca bir çıkış yaptı:

— Yine birlikte yapacağız. Yani… Yardımlaşacağız ama günün sonunda en güzel bal özünü getiren ve jürimize en muhteşem balı sunan bir ya da iki arı bu haftanın birincisi olacak.

— Jüri de ne demek?

Şaşkınlık sesleri artıyor ve yükseliyordu. Homurdanmalardan bezmiş, bu soruyu nasıl yanıtlayacağını kestiremeyen Vezir Arı, göz ucuyla Çığırtkan’ı aradı. Yardakçısının onaylayan bakışlarını yakalayıp başını salladığını görünce sözüne devam etti:

— Siz en güzel çiçeklere gidin. Bal özünü toplayın getirin; balınızı yapın. Biz de seçici bir heyet olarak – ben, Çığırtkan Arı ve Hekim Arı – yaptığınız ballardan en muhteşem olanını seçelim. Sonra da kazanaaaan… Kraliçe Arı’yla birlikte mehtabın altında bir gezintiye çıkacak.

— Çiftleşme uçuşuna mıııııı?, diye sordu kalabalıktan birkaç başka arı  hep bir ağızdan.

Kalabalığın her yerinden sesler ve sorular yükseliyordu: “Biz de erkeklerle uçabilecek miyiz yani?”, “Biz de çiftleşebilecek miyiz?”, “Aman tanrım sonunda… Terfi mi edeceğiz?..”, “Biz de kraliçe arı gibi mi olacağız?..” Sorulardan bunalan vezir sonunda tartışmaya noktayı koymak istedi:  “Evet evet, ayrıntıları Çığırtkan Arımız size anlatacak. Haaa bu arada, kovanımızın gururu Muhrika, senden de çok güzel sonuçlar bekliyoruz”, diye de eklemeyi unutmadı.

Mızmız Arı homurdanmaya başlamıştı bile. Muhrika’nın yanakları kızarmış; gözlerini bir o yana bir bu yana oynatıyordu. Tüm bu olanlara bir anlam vermeye çabalarken, aklından geçen hiçbir düşünceye odaklanamıyordu. Çiçekleri gözünün önüne getiriyor, görüntü bulanıyor sonra onların üzerinden geçen katırlar, mahvediyordu çiçekleri. Gidip bir an önce bulmalıydı en güzelini… Sonra bir karasinekle çarpışıyor, tepe taklak oluyor ayağını kaybediyordu. En kötü sahneler geliyordu gözlerinin önüne. Daha önceden bir çarpışma o kadar önemli olmayabilirdi, ama bugün bu tür aksiliklerin olmaması gerekiyordu. Bu gün olmazdı hayır, felaket… Ol-ma-ma-lıy-dı. Bir o yana bir bu yana adımlamaya başlamıştı ki:

— Ben Çokbilmiş’in yanına gidiyorum, dedi yanındaki arkadaşı.

— Bal özü toplamayacak mısın Mızmız?

— Amaaaannn… Daha molanın bitmesine var. Ben yarışmaya katılmak istemiyorum.

— Ama dedi ki vezirimiz “en mükemmel bal,” dedi. “Herkes katılsın,” dedi.

— Desin. Ben Çokbilmiş’in yanına gidiyorum. İki gün önce termitlerle savaştılar. Yaralı ve yatıyor. Arkadaşımı yalnız mı bırakayım?

— Böyle önemli bir günde o aptal karıncanın yanına mı gidiyorsun?

— Aptal değil o! Adı Çokbilmiş!

— Ama yarışma?… Ben de düşünmüştüm ki… Takım olabiliriz diye düşünmüştüm.

Mızmız arı öyle bir kahkaha patlattı ki bir an kendinden geçti. Muhrika’nın antenleri sinirden titredi. Mızmız aldırmayarak konuşmaya başladı:

— Senle takım arkadaşı olmak mı?… Aman Tanrıarı korusun.

— Neden ki?

— Hahahahaa.. Ben senin kadar harika değilim, olamam da ondan. Ben gidiyorum.

Muhrika Arı öylece kalakalmıştı. En sevdiği arkadaşına ne olmuştu böyle birden bire, hep iyi anlaştıklarını, iyi bir takım olduklarını sanıyordu. Yoksa Mızmız’ın en iyi arkadaşı olduğunu düşünmekle hata mı etmişti? Mızmız işte ne olacak, ne beklenir, diye kınayıcı ve öfkeli bir düşünce geçti önce zihninden. Ama çok şey paylaşmamışlar mıydı? Yağmur çamur demeden tarla tarla gezmiş, en şiddetli fırtınalarda kovana ulaşıncaya kadar birlikte ağaç kovuklarına sığınmamışlar mıydı? Tamam birkaç kere bal yapımında azıcık azarlamıştı onu ama… Şimdi Muhrika’yı yalnız bırakmasını anlamıyordu. Evet yalnızdı! Kahretsin… Yo yoo hiç de öyle değildi, kovanda bir Mızmız mı kalmıştı canım? Kırmızıgözlü Arı ile mi ekip olsaydı, yoksa hayır hayır… Uykucu ve Tembel olmazdı. Bütün işi ona yaptırırlar bir de ödülün üstüne konarlardı. Kimse kovanda ondan daha iyi bal yapamazdı, neden bu kadar endişeleniyordu ki. En güzel çiçekleri o biliyordu; herkesten çok çalışıyordu. Kusursuz bir tekniği vardı. Kurutucu arıları en iyi o çalıştırırdı; bir bağırtısı yeterdi de artardı. En mükemmel işi onun bal özüyle çıkarmıyorlar mıydı? Üzülecek ne var, dedi kendi kendine. Yalnızsam yalnızım. Ama iki kişi olsalar daha mı iyi olurdu acaba, tekrar aklından takım arkadaşı olabileceklerin listesini geçirdi. Ama bir türlü bulamıyordu. Hepsinin bir kusuru olduğunu fark ediyordu hemen. Sümüklü sürekli hasta olur; Titrek kovanda en çok üşüyen arı. Ama duyargaları da iyi çalışıyor gerçi. Güçlü Arı biraz aptal. Bana yolumu kaybettirir. Offf offff… Otlar hışırdıyor, zaman daralıyordu. Akşama şunun şurasında ne kalmıştı. Tek başınaydı.

Diğer arılar birer ikişer gruplar halinde kovandan uçmaya başlamışlardı bile. O ise ne yapacağını bilemiyordu. Kanat çırpıntılarını ve esintilerini hissetmek sinirlerine dokunuyordu. “Neyse,” dedi, “Bu kovanın en kusursuz arısı benim nasıl olsa! En mükemmel çiçeği bulacak, sonra… Bi dakka bi dakka… Önce iyi bir plan yapayım,” dedi. Bir taşın üstüne oturdu, eline küçük bir dal parçası aldı ve dün geceki yağmurdan sonra yumuşamış toprağın üzerine çiziktirmeye koyuldu. En güzel çiçeklerin olduğu yerleri işaretledi, sonra bir kenara sırayla neler yapacağını yazmaya başladı. Burnunun dibine kadar sokulan meraklı tırtılı bile çok sonra fark etti.

— Ne o Muhrika, sen zaten nasıl bal yapacağını bilmiyor musun? Hohohooo…

— Sus kafamı karıştırma, az öteye git, diye tersledi Muhrika.

— Sana çukurdaki kırkayağın hikayesini anlatmış mıydım?

— …

— Kırkayağın biri bi gün bir çukura düşmüş. Tam ayağını atmış çıkacak, oradan geçen bir başka böcekoğlu buna sorunca: “Kırk tane ayağın var, yürürken ilk hangi ayağını atıyorsun acaba Kırkayak kardeş?”

— Ne laf anlamaz mahluksun, gitsene az öteye… Fustenya[1]lar kovalasın seni…

— Kırkayağa n’olmuş merak etmiyor musun?

— Etmiyorum. Git işine…

— Sonraaaaa… Kırkayak çıkamamış çukurdan. Niye?

— Niye, baş belası niye?

— Hangi ayağıyla çıkacağını unutmuş da ondan. Hohohoooooo….

— Tamam anladık. Hadi uza şimdi.

— Ne güzel sohbet ediyorduk Muhrika kardeş.

— Şimdi sohbetin sırası mı, işim var. Hem sen ne zaman giriyorsun kozaya? Yeniden bedenlensen de şu çenenden kurtulsak.

Kalbi kırılan Feylosof Tırtıl “iyi günler” bile dilemeden yavaşça uzaklaştı Muhrika’nın yanından. “Oh be, sonunda. Kırkayakmış heh…” diye derin bir nefes aldı. Ama birazcık ileri mi gitmişti; içinin acıdığını hissetti. Feylosof Tırtıl’ı incitmiş olabilirdi. “Aman neyse canım…” En önemli dakikalarında laubali tavırlara da müsamaha gösteremezdi. Dikkatini toprağın üzerindeki şekillere vermeye çalıştı. Heyecandan elindeki dal parçasını düşürdü. Tekrar odaklanmaya çalıştı ama nafile; en güzel çiçeğin nerede olduğunu unutmuştu ve onu tekrar nasıl bulacağı hakkında da hiçbir fikri yoktu. Kafasını kaldırıp güneşin iyice inmeye başladığını[2], ufka az öncekinden daha çok yaklaştığını görünce, sinirleri iyice bozuldu. Ama ağlamayacaktı. Şimdi gider bakarım, en güzelini bulurum nasıl olsa dedi… Kanatlarını telaşla çırpmaya başladı. Hemen yola koyuldu.

Morun tonlarında uzanmış nadir bulunan çançiçekleri, kıpkızıl yanardönerler, çeşit çeşit çiğdemler, şebboylar yanından geçtiği çayırın üstünü bir çarşaf gibi örtmüşlerdi. Sanki, “buraların en güzeli biziz, aromamız muhteşem,” diye haykırıyorlardı. Az ötede papatyalar, ah o güzelim gelin çiçekleri… Papatyalara asla hayır diyemezdi. Şöyle bir göz attı. Önce bir çiğdemin üzerine kondu, sonra bir papatyanın. Şebboylar da sıradaydı. Arka ayağına biraz toparlamaya girişti, ama sonra: “Hey ben n’apıyorum, bu en mükemmel çiçek değil ki! Bal özü yeterince muhteşem olmaz. Olamaz. Daha iyisini bulmalıyım”. Kanatlarını açıp kaçarcasına hızla oradan uzaklaştı. Kimi tarlaların üzerinde öbek öbek arkadaşlarını gördü. Hele diğerlerinin topladığı bal özüne asla dilini sürmemeliydi. O kadar kanat çırptı ki… Yine de bir türlü en güzel çiçeği bulamıyordu[3]. Sonra aklına hiç kimsenin gitmediği, yasak olan bölgelere doğru gitme fikri geldi.

Belki bir saat dolaştığı halde bir türlü en güzel çiçeği bulamadı. Kimi fazla kırmızıydı, kimi çok solgun. Kiminin tohumları yetersizdi, kimisinde ise o kadar taşıyordu ki kesin tatsızdı[4]. O en dolgun tohumlu, en canlı renkli, en muhteşem aromaya sahip olan çiçeği arıyordu. Sonunda güvenli bölgenin sınırını aştığını fark ettiğinde ikindi vakti çoktan olmuştu. Az sonra aradığı çiçeği gördü. Daha önce hiç bu kadar büyük yeşilli-kırmızılı yapraklar görmemişti. Bir taht gibi onu bekliyordu sanki. Yeşil yaprakları üzerinde küçük beyaz ipeğimsi tüycükler ve uçlarında kıpkırmızı arı gözü büyüklüğünde topçuklar. “Aman Arıtanrım, çok lezzetli olmalı bunlar,” diyerek oraya doğru uçuyordu ki, bir dozdoz arı ondan önce davranıp çiçeğin üzerine konuverdi. “Çekil oradan çekil,” diye haykırdı. Ama nafile, dozdoz çoktan kurulmuştu tahtına. “Hayır, sen bal özü de toplamazsın ki, ne halt etmeye işime engel oluyorsun sanki. Ne halt etmeye…” Tam o esnada hiç beklenmedik bir şey oldu. Çiçek gerildi, dozdoz uçmaya yeltendi ama yapışmıştı. “Amma da yapışkan bir bal özü, vay be,” diye şaşkınlığa düşen Muhrika’nın gözleri önünde, çiçek önce iyice açıldı sonra da dozdozu da içine alarak kendi üzerine kapanmaya başladı. Dozdoz, çiçeğin artık görülmeyen beyaz-kırmızı iplikçikleri arasında kalmıştı. Muhrika onun bir an önce çıkıp gitmesini beklerken, çiçek tekrar açıldığında gerçeği kavrayıverdi. Dozdoz gitmişti; yok olmuştu. Bir rüyadan uyanırcasına, az daha hırsına kurban olacağını fark etti. Oradan hızla uzaklaştı ve güvenli bölge sınırından geçerek, ilk baktığı çayıra geldi. Artık vakit kalmamıştı; bir an önce bal özlerini ayaklarına toplayıp kovanın yolunu tutması gerekiyordu. “Bu kırmızıdan toplayalım, biraz da şu beyaz çiğdemlerden.. karanfillerden[5]de toplasak mı? Biraz acı olur ama napalım. Daha çok zamanım olsaydı. Ah ne kadar geç haber verdiler şu yarışmayı, ah,” diye acı ve pişmanlıkla karışık bir ses tonuyla söylenirken toplayabildiği kadar hızlıca topladı. Ama bal özü yeterince dinlenmemiş olacaktı, off nasıl bu kadar ahmak olabiliyordu. Yarışmayı kazanamayacaktı işte; “ah benim salak kafam,” diyordu içinden. Kovana uçtu. Hemen bütün arılar bal özlerini peteklerine doldurup, kurutmuşlar, kurutucu arılar da neredeyse gideceklerdi[6]. Onları bir bağırtıyla durdurdu Muhrika:

— Heeeyyy, nereye gidiyorsunuz? Daha işiniz bitmedi.

— Hep geç kalıyorsun Muhrika. Hep böyle son anda gelip…

— Hadi hadi, fazla konuşmayın da benim bal özümü de kurutun. Yoksa…

Muhrika’nın ne kadar yaygaracı olduğunu ve vezir tarafından ne kadar sevildiğini[7] de bildiklerinden hemen kanat çırpmaya koyuldular. Son iki saatlerini bu işle geçirdiklerinden pek de başarılı olamıyorlar, sıklıkla duraklıyorlardı. Muhrika’nın[8]  tiz çığlıklarıyla yaptıkları işe tekrar odaklanıyor, ama bir türlü talimatlarına yetişemiyorlardı.

— Hey sen Böğürtlen, çok yavaş çırpıyor, diğerlerinin gerisinde kalıyorsun. Çok tembelsin bugün.

— Herkes gibi çırpıyorum Muhrika, sana öyle geliyor.

— Hadi hadi çok konuşma da işini iyi yap bakalım. Sen de iyice yaşlanmışsın be Fıstık.

Fıstık Arı ağlamaya başladı[9]. Bunun üzerine yanında hızla kan ter içinde kanat çırpmaya devam eden iri arı da kanat çırpmayı kesiverdi. Hışımla Muhrika’nın olduğu yere dönerek:

— Al bal özünü kendin kurut. Kanat çırp da azıcık aklın başına gelsin, biz gidiyoruz, diyerek bir yanına Fıstık’ı, diğer yanına Böğürtlen’i alarak oradan uçarak uzaklaştı.

Muhrika yine yalnız kalmıştı[10] ve yarışmanın tamamlanmasına çok az kaldığını havanın kararmaya başlamasından anlamıştı[11]. Yirmi-otuz kanat çırpışı daha kurutsa belki tamam olurdu. Yorgunluktan ölüyor, küçük bacakları yaşadığı gerginliklerden artık bitkin, tir tir titriyordu. Ama yine de devam etti. Artık takati kalmayana kadar üç arının yapacağı işi tek başına yaptı. Yalnız, zamanın çok geçtiğini fark etmemişti. Dışarı çıktığında, her yer süslenmiş, bir eğlence havası esiyordu[12]. Kovanın meydanına vardığında, ballar çoktan türlü türlü kapların içinde süslenmiş, jürinin göz zevkine sunulmuştu bile[13]. Manzarayı görünce “Ahh!” diye inledi Muhrika, “Ben bunu nasıl düşünemedim. Sunum da önemliydi, sunum da.” Aklından türlü şeyler geçirmişti ama vakti kalmamıştı, oradan bulduğu bir küçük bal kabını aldı, yanına da bir gülün çanakyaprağını bir de kızarmaya yüz tutmuş bir yaprak parçasını ilave etti. Yorgun ama kararlı adımlarla jürinin önüne kadar gitti. Artık son gücünü kullanıyordu. Çığırtkan Arı ile burun buruna geldi:

— N’apıyorsun Muhrika burada?

— Balımı getirdim.

— Ama çok geç kaldın.

— Nasıl yani? Daha başlamamış ki işte…

— Kayıtlar alındı; elemeler yapıldı, biz üçüncü aşamaya geçtik!

— Hayır, olamaz! Benim balımı da alacaksınız, ben bu kovanın en kusursuz arısıyım, en güzel balı ben yaparım. Benim balımı da tadacaksınız işte, diyerek Çığırtkan arının üzerine yürüyordu ki, arkadan Vezir Arı’nın sesi duyuldu:

— Geçit ver Çığırtkan Arı, izin ver o da katılsın.

Muhrika o anda düşüp bayılabilirdi. Çok mutluydu, çok müteşekkirdi. Belki şu ana dek yaptığı en iyi bal değildi, ama yine de o en kusursuz arıydı. En güzel balı o yapmıştı bundan emindi. Hemen kağıtlara adı yazıldı, jürinin önüne konan kaselerin yanına onunki de eklendi. Muhrika az ötede yanında Karınca Çokbilmiş çimlerde yatmakta olan Mızmız’ın yanına gitti. Mızmız Muhrika’nın suratına dehşetle baktı:

— Ne var, ne bakıyorsun öyle?

— Bu ne hal Muhrika? Üstünden katır mı geçti?

— Hayır. Ne münasebet.

— Sanki büyük bir savaş vermiş gibisin.

— Yooo… Biraz zor oldu tabii. Ama yine en iyi balı yaptım.

— Öyledir tabii… Hiç şüphemiz yok, de mi Çokbilmiş, hahahaha…

Çokbilmiş başını sallamakla yetindi; hala canı acıyordu ve konuşmak istemiyordu.

— Sen n’aptın? Yarışmaya katılmayıp bütün gün pinekledin mi yoksa?, diye sordu Muhrika.

— Yooo… Biz çok eğlendik. Zaten bu yarışma eğlenmemiz için yapılmamış mıydı?

— Siz mi?

— Evet… Ben, Çokbilmiş, Uykucu Arı ve Titrek… Çok eğlendik.

— Dördünüz mü? Hem de bir karıncayla?… Bal mı yaptınız?

— Eveeetttt… Hiç bilmediğimiz bir yerlere gittik; bir sürü yeni böcekle tanıştık. Çok eğlenceliydi. Acayip yoruldum ama…

Muhrika’nın sinirleri bozuldu. Ne vardı sanki onla ekip olsaydı Mızmız. Tutmuş Uykucu ve Titrek’le… “Hay Kraliçeanne başına yumurtlasın senin emi…” Çığırtkan Arı’nın sesi duyuldu:

— Yarışma sonuçlanmıştır, sevgili arı kardeşlerim.

Herkeste önce bir sessizlik sonra da bir uğultu oluştu. Sonra Vezir’in “Sonucu açıkla Çığırtkan”, talimatıyla sesler bıçakla kesilir gibi sönüverdi[14]. Muhrika’nın aklında düşünceler fişek gibi dönüyordu: Acaba ödülü sevecek miydi, ama yeterince iyi yapamamıştı bu sefer sanki, yok canım olur mu öyle şey, kovanın en kusursuz arısı, olur muydu hiç? Tabii ki en güzel balı o yapmıştı, kraliçeyle uçarken hangi yeleğini giyseydi acaba? Tabii hava soğuk olmalıydı o yükseklikte. Ayy, acaba arılarla çiftleşebilecek miydi? Belki o da bir gün kraliçe olabilir miydi? Belki de…

— Üçüncü Kırmızıgözlü Arı… Alkışlar yükseldi. İkinciiii.. bir grup; Mızmız, Uykucu ve Titrek.. Tebrik ediyoruz.

— Çokbilmiş’in adını unuttunuz, diye bağırdı Mızmız.

— O sayılmaz; o bizden değil, diye yanıtladı onu Çığırtkan.

— Öyleyse biz de ikinciliği kabul etmiyoruz, alın sizin olsun, diyerek oradan Çokbilmiş’le ayrıldı Mızmız. Muhrika olanlarla pek ilgilenmiyordu. Aklında sonradan açıklanacak isim vardı. Kendi ismi…

— Birinciiiiii…

— Eveeeettttt… diye haykırışlar yükseldi kalabalık içinden.

— Birinciiii… Tembel Arıııııııı…

— Neeeee?, diye haykırdı Muhrika. Ben değil miyim?

— Hayır, dedi Çığırtkan. Senin balın da fena değildi ama yeterince tadını alamamıştı, olgunlaşması için biraz dinlenmesi gerekiyordu. Üzgünüm. Geç kalmışsın.

Arkada oturmakta olan Vezire baktı Muhrika, bir umut. Ama artık çok geçti. Vezir üzgün olduğunu anlatan bir ifadeyle başını önüne eğdi. Muhrika oracıkta düşüp kalakaldı. Eğlence sürüyordu, ancak tembel arı bir türlü bulunamıyordu. Kovanın dışında bir yerlerde uyuya kalmıştı anlaşılan. “Bu yarışma fikri hiç iyi değildi”, dedi vezir Çığırtkan’a, Muhrika’yı göstererek. “Haklısınız efendim,” diye dişlerinin arasından sırıttı. “Benim başka fikirlerim var efendimiz, onları anlatayım size…”

02.01.2013 / Perşembe // 12:00 – 18.04.2014 / Cuma // Viyana

 

3083 kelime

11.07.2014 / Cuma // 14:05

ÖYKÜ ÖDEVİ 1.1: Saki’nin Story Teller öyküsünde anlatılan adam gibi bir grup yaramaz çocuğu eğlendirmek zorunda olduğunuzu hayal edin. Çocukların hayal gücünü harekete geçirecek ve onları içine alacak bir öykü kurgulayın. Önce karakterinize karar verin. Korkunç derecede iyi mi olacak bu karakter, yoksa imkansız derecede mükemmel mi? Ya da mükemmel derecede yaramaz mı? Sonra da bu karaktere ne olacağına, başına ne geleceğine karar verin. Öykü taslağınızı, dinleyenlerin ilgisini çekecek zenginlikte detayları olduğuna ikna olana kadar düzeltin. Hazırladığınız son taslağı da paylaşın.

[1] Fustenya arının düşmanları içinde en zararlı olanlarından biridir. Tozlu kelebek sınıfından olan bu kurtun dişileri çiçekler üzerine yumurtlar. Çiçekleri dolaşırken arının bacaklarına yapışan yumurtalar daha sonra kovana gelir ve yumurtadan çıktıklarında balmumu yerler. Petekleri bu şekilde yok ederek yıkılmasına neden olan kurtlar çoktan kelebeğe dönüşüp kovandan ayrılmıştır (http://www.bahcesel.net/forumsel/osmanli-aricilarinin-el-kitabi/12980-arinin-dusmanlari/).

[2] Güneş gün ilerledikçe, batmasına yakın yükselir mi, düşer mi, iner mi? Ne olur güneşe… bunların bu arı kolonisin zaman algısı neye dayanıyor? Zamanı nasıl ölçüyorlar? Nasıl anlıyorlar yeterince çalıştıklarını, bal yaparken nasıl zamanı ölçüyorlar?

[3] Burada gerilim yükselmeye başlıyor. Güzel bir şey.

[4] Ayrıntılarda çok problem var. Bilmiyorsun. Ve bilmediğin de  o kadar aşikar ki… Yani nasıl bal yapılır, bir kere çiçekleri tanımıyorsun. O doğayı tanımıyorsun; arıların nasıl davrandıklarını bilmiyorsun. Bunlara ilişkin küçük bir çalışma yapman lazım. Senin inandırıcılığını, samimiyetini azaltan bir bilgi eksiğin var, bunu tamamlaman lazım.

[5] Karanfilin orada ne işi var ki? Bir kere çiçeklerin her birinin polenlerinin nasıl tat verdiğini az buçuk bilmem ya da hayal etmem gerekiyor. Bir mutfağı olsa bu işin; neden olmasın? Bunu kurgulamaya çalışsam… Bir bal arısı kovanında ya da kolonisinde nasıl bir gelenek, kültür oluyor acaba? İşçi arılar kraliçe gibi uçmayı hayal eder mi? Çiftleşmeyi hayal eder mi? Nasıl güdüleri vardır? Nasıl bir birikimleri vardır?

[6] Muhrika kovana döndüğünde tam olarak durum nedir? Ne olmuş? Diğer arılar ne alemde, neler yapıyorlar? Saat kaç oldu, atmosfer nasıl? Hava nasıl? Ve daha da önemlisi, Muhrika’nın acaba kurutucu arılarla ilişkisi nasıl? Ayrıca bu kurutucu arılar da kim?

[7] Vezirle muhrika arasındaki ilişki de önemli. Vezir burada iktidarı ya da iktidarın temsiliyetini sembolize ediyor. Mükemmeliyetçi insanların iktidarla nasıl bir ilişkileri vardır acaba?

[8] Bu isim zor okunuyor, bir de üstelik o kadar çok geçmiş ki. Bu öykü atmosfer öyküsü. Atmosferin en öncelikli olarak kurulması gereken öykü. En çok öyküyü taşıyacak öğe atmosfer, setting. Buna dikkat etmek gerek yazarken.

[9] Buradaki gerginliği bu şekilde çözmeliyim. Muhrika’nın gerilimini, acaba yetişecek mi yetişmeycek mi gerilimini verebilmem lazım okura. Çatışkı burada.

[10] Yine yalnız kalmıştı, bu kelimeyi, yalnızlık kelimesini kullanmadan acaba anlatmam mümkün olabilir mi? Kaldığı durumu anlatmak yerine, göstermek ve sezdirmek gerekiyor. Bu çok fazla anlatmak… okur hissetsin yazdıklarından, o çıkarsın ne olacağını.

[11] Aynı zamanda öyküdeki zaman kurgusu ve olanlar, o esnada diğer arılar napıyor, neler oluyor? Bunlar da ilginç ayrıntılar. Onları da kurgulamam, bilmem lazım, yazmasam da ve sezdirmem lazım. Bu öyküdeki buzdağının altında kalan kısımlar tam da bu kısımlar. Galiba bu tür ayrıntıları bu dünyayı başka öykülerle kurarak derinleştireceğim. Şimdi buna vakit harcamayalım. Bakalım zamanla hem Çokbilmiş ve karınca kolonisi hem de Muhrika Arı ve Mızmız arının olduğu dünya daha da zenginleşecek, güzelleşecek. Belki de bu bir romana evrilecek.

[12] Bu öyküde mesela görsel duyuya çok ağırlık verilmiş ama belki de sesler gelecek. Kokular gelecek. Belki tat.. dokunma.. his.. dokular.. Bunlarla geliştirilebilir, bir önceki dipnotta yazdığım kritik bu şekilde düzenlenebilir.

[13] Çok basit bir soru geldi aklıma, bir çocuk olsa sorar, balları bunlar nasıl taşımışlar oraya? Küçücük yaratıklar, elleri yok, kolları yok. Nasıl yapabilirler bunu. O halde… balın yapıldığı, kurutulduğu ve sunulduğu yer ya çok yakın ya da aynı yer olacak.

[14] Burada da ne yazacağımı, nasıl anlatacağımı bilemedim mesela. Acaba neler olur böyle bir ortamda. Nasıl tepki verirler. Ben bunu nasıl yazabilirim? Bunlar üzerine düşünüp bu sahneyi de yeniden yazmam gerekecek.

Annemin değerlendirmesi:

Şenda İlkay

‎15‎:‎12

öyküyü okudum ve çok beğendim çaktırmadan hem siyaset yapıp hem de duyguları çok güzel ifade etmişsin şu an bütün dünyanın sorununa değinmişsin yozlaşma çalışanları bi şekilde değerlendirememe . herşeyin sanallaştığı dünya akıllıların üzüldüğü farkına vardığı ama bişey yapamadığını öykü tadında yazmışsın yazar olmak böyle birş herhalde 🙂

ben

‎17‎:‎52

ne güzel değerlendirmişsin annecim.. 🙂 ben de seni arayacaktım. dışarı çıkıyorum. şimdi çaldırıyorum seni.. yazdıklarını görünce çok sevindim.. annecim benim teşekkür ediyorum.. öpüyorum 🙂 güneşim benim.. (sun)

İyi hikaye anlatmak mı, iyi çocuk yetiştirmek mi? Saki’nin Story-teller öyküsü üzerine bir değerlendirme…

Etiketler

, , , , , , , , , ,

The Story-Teller öyküsünün değerlendirmesi

Saki’nin öyküsü atölyeye başlamak için iyi bir seçim. Bu öykü Literature kitabının ilk öyküsü… Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’ndeyken lise birinci sınıfta en sevdiğim derslerden biri İngiliz Edebiyatı’ydı. O derste bu kitabı takip ediyorduk. Bizim Türkçe kitaplarımızdaki okuma parçalarındansa bu çalışmalardan daha çok keyif aldığımı hatırlıyorum. Bu öykü de ilk okuduğumuz öyküydü. Eleştirel öykü okumasının da bir modelini gösteriyordu Saki’nin öyküsü. Literature kitabında öykü konusu dört alt başlığa ayrılmış: Plot (Kurgu), Character (Karakter), Setting (Atmosfer-zaman/mekan), ve Theme (Tema-izlek). Okuduğumuz Saki’nin öyküsü ise tüm bunları kapsayacak bir örnek okuma metni. Bu metin hem hikaye anlatmaya hem de okumaya bir model olarak kullanılmış.

Başlıktan başlayarak analitik okuyacak olursak, hikaye anlatıcısı kimdir? Nasıl biridir? Metni okudukça görüyoruz ki, Saki gerilimi iki farklı hikaye anlatıcısı üzerine kuruyor. Kendisini de bir üçüncü hikaye anlatıcısı olarak bu gerilimin ardına ustalıkla saklıyor. Daha hikayenin başından, teyzeyle kompartımana sonradan gelen amcayı konumlandırışı bile bu hikaye anlatıcılarının arasındaki çatışkıyı bize imliyor. Bu çatışkı basit bir çekişme de değil, aslında daha derinde Saki çocukları yetiştirirken konumlanabileceğimiz iki duruşu da sunuyor okura. Öyle ya da böyle çocuklarımıza hikayeler anlatırız. Peki ama nasıl? Nasıl anlatmalı? Öyküyü daha geniş bir çerçevede okuyacak olursak, burada hikaye anlatılan dinleyiciler salt çocuklar değil; aslında hepimiz hikayelerle temas ederek gerçeklikle ilişki kuruyoruz. Peki ama nasıl? Bunun yanıtını bulmak için öyküyü okumak gerek.

Hikaye sıcak bir öğleden sonra, bir tren kompartımanında başlıyor. Saki öncelikle atmosferi kuruyor. Mekanı ve zamanı öyle bir seçiyor ki hikayedeki tüm unsurları ve anlatmak istediği şeyi en güzel şekilde anlatabilsin. Hikayeyi bu şekilde elinde tutuyor, onu kıstırıp okuruna sunuyor da diyebiliriz. Bu dar mekanda üç çocuğu nasıl oyalarsınız? Sahi sizin başınıza gelse o çocuklarla nasıl iletişim kurar, onlara nasıl davranırsınız? Öykünün arka planında sürekli bunu sorguluyorsun okurken. “Ben olsaydım…” ile başlayan cümleler diziliyor insanın zihnine. Hikayenin içinde hikaye var: Hepsi de iyi olmak ve hikaye anlatmak üzerine… Bildiğimiz, aşina olduğumuz iyilik masalları mı, yoksa Saki’nin karakterinin ‘horribly good’ diye ifade edip akıllara getirdiği, sinir bozucu derecede iyi olan karakterler mi akla geliyor? Bu ifade öyküde bir kırılmaya işaret ediyor. Sonrasını tahmin edemiyoruz, artık hikayenin içindeki hikayeye kaptırıyoruz kendimizi, dinlemek zorundayız.

Bu öyküyü benim için değerli yapan iki öğe var; birincisi anlam katmanları. Üç katmandan oluşuyor öykümüz. Saki bu öyküde (1) iyi olmayı, (2) çocuk yetiştirmeyi, ve (3) öykü anlatmayı irdeliyor. Bu konularda ayrı ayrı düşünürken yakalıyoruz kendimizi. En içte iyi olmak var, nereye kadar iyi olacağız? Nasıl iyi olacağız? Bazen iyi olmanın getirdiği ödüller o kadar mutlu edici olmayabilir. Peki ya çocukların o dayanılmaz, sonu gelmez sorularıyla nasıl baş etmeli? Nasıl onları budamadan eğitmeli, iyiyi kötüyü ayırt etmelerini nasıl sağlamalı? Öyküyü okurken bu sorularla defalarca burun buruna geldim. Ve son katman olarak, şöyle öykünün dışına çıkıp baktığımızda, iyi hikaye anlatmak ne demektir? Nasıl olur iyi hikaye anlatıcısı? İşte bu soruları düşündürüyor öykü. Saki’nin acımasız teyzelerinin elinde büyüdüğünü unutmamalı. Bu öyküde de pek iğneleyici bir dil kullanıyor; hem çocuklarla, hem de teyzeyle dalga geçiyor. Kendini, iyi hikaye anlatıcısı amcanın yakınına bir yere konumlandırdığını söyleyebiliriz. Teyze karakterini ben de sevmedim, ancak acaba biraz fazla mı üstüne gitmiş teyzenin, diye de düşünmeden edemedim.

Öyküyü benim için değerli kılan ikinci öğe ise iyi hikaye anlatısı ile ilgili fark ettirdiği bazı ayrıntılar. Onları da şöyle formüle etmeye çalıştım:

Kötü hikaye anlatıcısı vs. İyi hikaye anlatıcısı … 

KÖTÜ HİKAYE ANLATICISI… (teyze)   İYİ HİKAYE ANLATICISI… (adam)
Kaba – hem dinleyicisine karşı hassas değil; hem de hikayesi incelikli değil. 1 Okuyucusuna / dinleyicisine karşı hassas.
Hikayeyi anlatırken detaylara girmiyor; yani göstermiyor. Anlatıp geçiyor. Çünkü gereğinden fazla sonda vereceği mesaja odaklanıyor. Anlattığı hikayeden, kendi anlatımından keyif almıyor. 2 Hikayenizin gerçekliğini kurarken ayrıntıların gücünden yararlanın. Hayal gücünü harekete geçirmelisiniz.
ART OF TELLING STORIES: eğer öykü anlatıyorsanız dikkatli olun. Vereceğiniz mesaja gereğinden fazla odaklanıp; okurun kendi hayatıyla özdeşleştireceği ayrıntıları yakalamasına engel olmayın.
Gelen sorulardan sıkılıyor; rahat ve mutlu değil anlatırken. Anlattığı kişileri, çocukları çok fazla sevmiyor. 3 Sorulardan ve onları yanıtlamaktan hoşlanıyor.
Eleştirel ve burnu havada. Gerçeklerden ve samimiyetten uzak. 4 Yaşama ve anlattığı konuya dair sorgulayıcı ve eleştirel. Gerçekliği – derinliği olan karakterler yaratmak… soruları, korkuları, gerçek bir çatışkısı olan karakterler yaratmak…
Açık ve samimi değil. 5 Rahat, anlattığı hikayeye hakim; dinleyiciye duyarlı ve samimi.
Sonu çok kolay tahmin edilebilir rezalet bir öykü kuruyor. 6 Okuru şaşırtıyor ve bildiğini sandığı bazı gerçekleri, bazı doğruları tekrar sorgulamasını sağlıyor.
Arka planda ikna edici yanıtları yok. Anlattığı şeyin arkasında bir dünya yok; derinlik yok: Boşlukları bu yüzden bırakıyoruz. Her şeyi bir seferde anlatmıyoruz. Yazarın bırakacağı boşlukları seçmesi çok elzem bir şey o halde. 7 Okura makul boşluklar bırakmak… (hem dil, hem kurgu anlamında)
Kabaca anlatıp geçiyor. Yine bu son measaja odaklanmaktan kaynaklı. Böylece hikaye anlatana da dinleyene de keyif vermiyor. 8 Ayrıntılarla atmosferi kuruyor

  • Koku
  • Ses
  • İmajlar
9 Anlattığı şeyin ardında anlatmadığı bir dünya saklı.
10 Hikayeyi adım adım kurup geliştiriyor; ne kısa kesiyor, ne uzatıyor. Olması gerektiği gibi. Anlatmıyor gösteriyor.
Tek bir amacı var anlatıcının… ders vermek! Çok sıkıcı olmasına neden olan da bu. 11 Hikayenin sonu ders vermek amaçlı değil. Fark ettirmek, düşündürmek ve belki de bir soru sordurabilmek için.

İyi hikaye anlatmak…

1)     Art of telling stories / Hikaye anlatma sanatı: Vereceğiniz mesaj gereğinden fazla odaklanırsanız, okurun / dinleyicinin kendi hayatıyla özdeşleştirebileceği ayrıntıları yakalamasına engel olabilirsiniz. Sadece mesaj veren metinlerin ya da hikayelerin iiçinde okur ya da dinleyici olarak çok kalmayız. Oysa, tıpkı fotoğrafta[1] olduğu gibi, iyi bir hikaye okuru/ dinleyiciyi kendi içinde uzun süre tutabilen hikayedir. Hikayeyi anlatan kişi olarak bizim yapmamız gereken, bir kere yazma ya da anlatma sürecinden keyif almak ama okuyan ya da dinleyen kişinin de hikayeden keyif almasını, kendi hayatından ayrıntılar yakalayıp hikayenin içine girebilmesini ve mümkün olduğunca orada kalabilmesini sağlamak.

2)     Sorgulayıcı / eleştirel: Sorularla barışmak… Hem kendi sorularımızla, hem de hikayeyi anlatırken gelebilecek sorularla. Bu hikaye yaptığın araştırmanın hikayesi, yani tezin de olabilir. Kurmaca bir metin de olabilir. Önemli olan, gelen sorulara ya da soru soranlara öcü gibi bakmamak. Her eleştiriyi, her soruyu düşmanca algılamamak. Sorularla barışmak… bilmece çözer gibi.. Hayata dair sorgulayıcı ve eleştirel olmak, derin ve yaygın bir bilgi birikimi edinmek buradan geçiyor işte. Deneyim… Deneme-Yanılma… Kötü hikaye anlatıcısının böyle bir derdi yoktur; onun için her şey düz ve nettir. Ama hikayelerinden tam da bu yüzden zevk almayız. Bize bir şey söylemez – vermeye çalıştığı mesajdan başka. Üstelik böyle anlatıcılar, tepeden bakarlar diğerlerine. Samimiyetten de uzaktırlar. Esnek ve açık değillerdir. Yeni eklenen bilgilerle kurdukları şeyin yerle bir olduğunu bile fark etmezler. Oysa yazarak, soru sorarak ve sordurarak, hayata dair yeni oyun ve tartışma alanları açmak da mümkün!

3)     Hikayenin art alanı: Anlattığın şeyin ardında aslında anlatmadığın / anlatamadığın bir dünya gizlidir. Kötü hikaye anlatıcısının gelen sorular karşısında yanıtları yoktur, çünkü arka plana ilişkin ikna edici bir çerçeveye sahip değildir. Derinliği ve gerçekliği yoktur o dünyanın. Oysa iyi hikaye anlatıcısı için öykü bir buzdağı gibidir. Karakterlerin bir gerçekliği, bir varlığı vardır. Çatışkılarıyla, nitelikleriyle, hikayeleriyle anlattığı şeyin arkasında kurduğu ancak hepsini anlatmadığı, ya da seçerek anlattığı bir dünya saklıdır. Öyküye derinlik kazandıran da budur işte.

4)     Ayrıntılar <–> boşluklar: Okurun / dinleyicinin hayal gücünü harekete geçirecek ayrıntılardan faydalanmak hikaye sanatının herhalde en önemli unsuru. Bununla hem taban tabana zıt ama aynı zamanda çok ilişkili bir diğer unsursa, boşluk bırakmak… Bu iki nitelik de hikayenin bir art alanı olmasından alır kaynağını. Elimizde o kadar zengin bir malzeme ve güçlü bir yapı var ki, biz iyi bir yazar ya da hikaye anlatıcısı olarak, onun sadece seçtiğimiz kısımlarını aktarıyoruz. Seçtiğimiz ayrıntılar ve boşluklar aslında bizim yazar ya da hikayeci olarak kim olduğumuzu da, yani biçimimizi ve üslubumuzu da belirleyen bir şey, seçtiğimiz konunun ve izleğin ötesinde. Ayrıntılarla (ses, koku, görüntü, imajlar vs.) atmosferi kurarak, okurun / dinleyicinin hayal gücünü harekete geçiririz. Bu, anlattığımız şeyi daha gerçek yapar. Genel değil, özel bir dil kullanırız. Ayrıca, okura hem dil hem de kurgu anlamında makul boşluklar bırakarak, bir yer açarız. Böylece kendi hayatından kesitler yerleştirebilir belki oraya, ya da bulmaca çözer gibi çözmekten, düşünmekten kendi başına keşfetmekten keyif alır. Bu kısım, oyun kısmıdır…

5)     Adım adım geliştirmek: İyi bir hikaye anlatıcısı, hikayesini adım adım geliştirir. Ne kısa keser, ne gereğinden uzun anlatıp okuru / dinleyici sıkar. Bunun ötesinde, anlatmaz, gösterir.

6)     Hikayenin sonu / okuru şaşırtmak: Hikayenin sonu da ders vermek amaçlı olmamalı. Fark ettirmek, düşündürmek, tartışma açmak… Çok kolay tahmin edilir, ya da tümüyle öykünün dışında, okura / dinleyiciye verilen bilgilerin tamamen dışında bir son, okuru / dinleyici hayal kırıklığına uğratacaktır. Bunun yerine, öyküyü yazarken düşündüğümüz ya da öne çıkardığımız kaygıyı yine burada devreye solabiliriz. Ben bir yazar ya da anlatıcı olarak bu okuru / dinleyiciyi hikayenin içinde bundan sonra / hikaye bittikten sonra da ne kadar süre tutabilirim?

Cemil Kavukçu atölyesinde, “21. yy’da artık görsel hafıza o kadar gelişmiştir ki, bu dönemin yazarlarının 19.yy yazarları gibi uzun uzun betimlemeler yapmasına gerek yoktur,” demişti. “Günümüzde daha az kelimeyle daha çok şey anlatma güdüsü hakim. Küçük noktalarla büyük resmi çizmeliyiz,” demişti. Yakaladığım noktalardan biri, 21.yy’da bir tür olarak öykünün çok değerli olduğu. Gün geçtikçe de daha kısa metinler üretmek gerekliliğinin ortaya çıktığı. Yazının çok fazla rakibi var ve insanların gün geçtikçe zamanı kısıtlanıyor. Okumaya ayırdıkları zamansa azalıyor. Bunun ötesinde, yavaşlamaya ihtiyaçları olduğu halde, yani yavaşlayıp bazı meseleler üzerine kafa yormaya, gün geçtikçe robotlaştıklarını izliyoruz. Ya da robotlaştığımızı… Bu yüzden öykü önemli bir tür olarak devreye giriyor. Ben 20. ve 21. yy’da öykünün bu kadar gelişmesinin ardında bu teknolojik ve sosyolojik gelişmelerin de olabileceğini düşünmüştüm bu atölye sırasında. O halde son olarak:

İyi bir öykü yazarının özellikleri:

  1. Yaşamaya dair derin bir bilgi birikimi ve deneyimi vardır. İyi bir gözlemcidir. Gerçekliği ve kabul edilmiş varsayımları, doğruları sorgular.
  2. Anlattığı konuya ilişkin de derin bir bilgi ve görgüsü vardır. Üzerinde düşünmüş; bu konuya zamanla hakim olmuştur.
  3. Okuyucusuna / dinleyicisine karşı esnek ve empatik yaklaşır. Gelebilecek sorulara açıktır; rahattır. Ders vermeye, okurunu hizaya getirmeye çalışmaz[2].
  4. Rahat ve esnektir. Okurunun hayal gücünü harekete geçirmeye gayret eder; boşluklar bırakır. Okurunu, dinleyicisini, aptal yerine koymaz. Okurun, yazdığı metinle, kendine has bir ilişki kurmasına izin veren bir mesafeden yazar; metnin içinde olur olmadık yerlerde egosuna yenilip okurun karşısına çıkmaz.
  5. Hikaye anlatmaktan keyif alıyordur.
  6. Hikayeyi kuracak, zihinlerde canlandıracak kadar ayrıntılara yer verir. Hemingway’in buzdağı kuramındaki gibi… Ancak her şeyi anlatmaz. Metinde sunduğu kelimelerden daha fazlasını bilir ama gizler. Arkada yarattığı dünyayı tüm ayrıntılarıyla bilse de, sadece göstermesi gerektiği kadarını gösterir. –> ÖYKÜNÜN ART ALANI / DERİNLİĞİ… Anlattığı şeyin ardında, anlatmadığı, davet ettiği bir dünya saklıdır. Öyleyse okurken de bunu hissetmeliyim.
  7. Samimi ve içtendir.
  8. Okurunu şaşırtır; bildiğini sandığı şeyleri, gerçekleri bir daha sorgulayıp, gözden geçirmesini sağlar. Hep gözünün önünde olanı farklı gösterir. Yavaşlatır. (Cenap’ın söylediği şey).
  9. Hikayeyi adım adım kurup geliştirir. Aniden bitirmez ya da uzattıkça uzatmaz. Hikayenin sona en yakın noktasından başlar; öncesini sezdirir ve ucunu açık bırakıp, okurunun zihninde devam edecek şekilde bitirir. Bunları düşünüp yazarken, öykü yazmanın nasıl ince ayar, kuyumculuk gibi zanaat yanı ağır basan bir uğraş ve sanat dalı olduğunu bir kez daha görüyor insan.
  10. Hikayenin sonu bir ders vermek için değil; okura bir soru sordurmak; bir şeyleri fark ettirmek için vardır belki de. Bu yüzden yazar her ne kadar, kendi yaralarından ve dünyasından yola çıkarak yazıyorsa da, yazdıklarına duygusal bir mesafe koymalıdır. Kendi duygularına, yaralarına ve hassasiyetlerine karşı soğukkanlı olmak zorundadır.

[1] Bu konuda Kamuran (Feyzioğlu) hocaya teşekkür ederim. Onun güzel fotoğraf tanımı bu.. İçinde uzun süre kaldığım fotoğraf güzeldir ya da değerlidir benim için demişti. Bu çok yönlü. Öykü için de geçerli. İçinde çok kaldığın fotoğraf, ayrıntıları seni merak ettirecek, bulmaca gibi sorgulatıp merakını cezbedecek kadardır. Ama aynı zamanda, kendinden de bir şeyler bulmuşsundur. Sana dokunmuştur belki, bu yüzden orada kalırsın. Onun içinde. Bittiğinde de bitmez. İyi öykü de bu yüzden iyidir. Kapattığında, okuyup kaldırdığında bitmez. Bir yer eder içinde. Böyle metinleri, ürünleri sevmez miyiz?

[2] Nedense bunların aynı zamanda iyi bir çocuk yetiştirmek için de gerekli olduğunu hayretle görüyorum.

The Story-Teller

Etiketler

, , , , , , ,

by Saki[1] [1870, Burma – 1916, England]

It was a hot afternoon, and the railway carriage was correspondingly sultry, and the next stop was at Templecombe, nearly an hour ahead. The occupants of the carriage were a small girl, and a smaller girl, and a small boy. An aunt belonging to the children occupied one corner seat[2], and the further corner seat on the opposite side was occupied by a bachelor who was a stranger to their party, but the small girls and the small boy emphatically occupied the compartment. Both the aunt and the children were conversational in a limited, persistent way, reminding one of the attentions of a housefly that refused to be discouraged. Most of the aunt’s remarks seemed to begin with “Don’t,” and nearly all of the children’s remarks began with “Why?” The bachelor said nothing out loud.

“Don’t, Cyril, don’t,” exclaimed the aunt, as the small boy began smacking the cushions of the seat, producing a cloud of dust at each blow.

“Come and look out the window,” she added.

The child moved reluctantly to the window. “Why are those sheep being driven to another field?” he asked.

“I expect they are being driven to another field where there is more grass,” said the aunt weakly.

“But there is lots of grass in that field,” protested the boy; “there is nothing else but grass there. Aunt, there’s lots of grass in that field.”

“Perhaps the grass in the other field is better,” suggested the aunt fatuously[3].

“Why is better?” came the swift, inevitable question.

“Oh, look at those cows!” exclaimed the aunt. Nearly every field along the line had contained cows or bullocks, but she spoke as though she were drawing attention to a rarity, “Why is the grass in the other field better?” persisted Cyril.

The frown on the bachelor’s face was deepening to a scowl. He was a hard, unsympathetic man, the aunt decided in her mind. She was utterly unable to come to any satisfactory decision about the grass in other field.

The smaller girl created a diversion by beginning to recite “On the Road to Mandalay.” She only knew the first line, but she put her limited knowledge to the fullest possible use. She repeated the line over and over again in a dreamy but resolute and very audible voice; it seemed to the bachelor as though someone had had a bet with her that she could not repeat the line aloud two thousand times without stopping. Whoever it was who had made the wager was likely to lose his bet.

“Come over here and listen to a story,” said the aunt. When the bachelor had looked twice at her and once at the communication cord[4].

The children moved listlessly toward the aunt’s end of the carriage. Evidently her reputation as a story-teller did not rank high in their estimation.

In a low, confidential voice, interrupted at frequent intervals by loud, petulant[5] questions from her listeners, she began an unenterprising and deplorably uninteresting story about a little girl who was good, made friends with everyone on account of her goodness, and was finally saved from a mad bull by a number of rescuers who admired her moral character.

“Wouldn’t they have saved her if she hadn’t been good?” demanded the bigger of the small girls. It was exactly the question that the bachelor had wanted to ask.

“Well, yes,” admitted the aunt lamely, “but I don’t think they would have run quite so fast to her help if they had not liked her so much.”

“It’s the stupidest story I’ve ever heard,” said the bigger of the small girls, with immense conviction.

“I didn’t listen after the first bit, it was so stupid,”  said Cyril.

The smaller girl made no actual comment on the story, but she had long ago recommenced a murmured repetition on her favourite line.

“You don’t seem to be a success as a story-teller,” said the bachelor suddenly from his corner.

The aunt bristled in instant defense at this unexpected attack.

“It’s very difficult thing to tell storied that children can both understand and appreciate,” she said stiffly.

“I don’t agree with you,” said the bachelor.

“Perhaps you would like to tell them a story,” was the aunt’s retort.

“Once upon a time,” began the bachelor, “there was a little girl called Bertha, who was extraordinarily good.”

The children’s momentarily aroused interest began at once to flicker; all stories seemed dreadfully alike, no matter who told them.

“She did all that she was told, she was always truthful, she kept her clothes clean, are milk puddings as though they were jam tarts, learned her lessons perfectly and was polite in her manners.”

“Was she pretty?” asked the bigger of the small girls.

“Not as pretty as any of you,” said the bachelor, “but she was horribly good.”

There was a wave of reaction in favour of the story; the word horrible in connection with goodness was a novelty that commended itself. It seemed to introduce a ring of truth that was absent from the aunt’s tales of infant life.

“She was so good,” continued the bachelor, “that she won several medals for goodness, which she always wore, pinned on to her dress. There was a medal for obedience, another medal for punctuality, and a third for good behaviour. They were large metal medals and they clinked against one another as she walked. No other child in town where she lived had as many as three medals, so everybody knew that she must be an extra good child.”

“Horribly good,” quoted Cyril.

“Everybody talked about her goodness, and the Prince of the country got to hear about it, and he said that as she was so very good she might be allowed once a week to walk in his park, which was just outside the town. It was a beautiful park, and no children were ever allowed to go there.”

“Were there any sheep?” demanded Cyril.

“No,” said the bachelor, “there were no sheep.”

“Why weren’t there any sheep?” came the inevitable question arising out of that answer.

The aunt permitted herself a smile, which might almost have been described as a grin.

“There were no sheep in the park,” said the bachelor, “because the Prince’s mother had once had a dream that her son would either be killed by a sheep or else by a clock falling on him. For that reason the Prince never kept a sheep in his park or clock in his palace[6].”

The aunt suppressed a grasp of admiration.

“Was the Prince killed by a sheep or by a clock?” asked Cyril.

“He is still alive, so we can’t tell whether the dream will come true,” said the  bachelor unconcernedly; “anyway, there were no sheep in the park, but there were lots of little pigs running all over the place.”

“What color were they?”

“Black with white faces, white with black spots, black all over, gray with white patches, and some were white all over.”

The story-teller paused to let a full idea of the park’s treasures sink into the children’s imaginations; then he resumed:

“Bertha was rather sorry to find that there were no flowers in the park. She had promised her aunts, with tears in her eyes, that she would not pick any of the kind Prince’s flowers, and she meant to keep her promise, so of course it made her feel silly to find that there were no flowers to pick.”

“Why weren’t there any flowers?”

“Because the pigs had eaten them all,” said the bachelor promptly. “The gardeners had told the Prince that you couldn’t have pigs and flowers, so he decided to have pigs and no flowers.”

There were a murmur of approval at the excellence of the Prince’s decision; so many people would  have decided the other way.

“There were ponds with gold and blue and green fish in them, and trees with beautiful parrots that said clever things at a moment’s notice, and hummingbirds that hummed all the popular tunes of the day. Bertha walked up and down and enjoyed herself immensely, and thought to herself: ‘If I was not so extraordinarily good,  I should not have been allowed to come into this beautiful park and enjoy all there is to be seen in it,’ and her three medals clinked against one another as she walked and helped to remind her how very good she really was. Just then an enormous wolf came prowling into the park to see if it could catch a fat little pig for its supper[7].”

“What color was it?” asked the children, amid an immediate quickening interest.

“Mud color all over, with a black tongue and pale gray eyes that gleamed with unspeakable ferocity.  The first thing that it saw in the park was Bertha, her pinafore[8] was so spotlessly white and clean that it could be seen from a great distance. Bertha saw the wolf and saw that it was stealing toward her, and she began to wish that she had never been allowed to come into the park. She ran as hard as she could, and the wolf came after her with huge leaps and bounds. She managed to reach a shrubbery of myrtle bushes, and she hid herself in one of the thickest of the bushes.  The wolf came sniffing among the branches, its black tongue lolling out of its mouth and its pale gray eyes glaring with rage. Bertha was terribly frightened, and thought to herself: ‘If I had not been so extraordinarily good, I should have been safe in the town at this moment.’ However, the scent of the myrtle was so strong that the wolf couldn’t sniff out where Bertha was hiding, and the bushes were so thick that he might have hunted about in them for a long time without catching sight of her, so he thought he might as well go off and catch a little pig instead. Bertha was trembling very much at having the wolf prowling and sniffing so near to her, and she trembled the medal for obedience clinked against the medals for good conduct and punctuality. The wolf was just moving away when he heard the sound of the medals clinking and stopped to listen; they clinked again in a bush quite near him. He dashed into the bush, his pale gray eyes gleaming with ferocity and triumph, and dragged Bertha out and devoured her to the last morsel. All that was left of her were her shoes, bits of clothing, and three medals for goodness.”

“Were any of the little pigs killed?”

“No, they all escaped.”

“The story began badly,” said the smaller of the small girls, “but it had a beautiful ending.”

“It is the most beautiful story that I ever heard,” said the bigger of the small girls, with immense decision.

“It is the only beautiful story that I ever heard,” said Cyril.

A dissentient[9] opinion came from the aunt.

“A most improper story to tell to young children! You have undermined the effect of years of careful teaching[10].”

“At any rate,” said the bachelor, collecting his belongings preparatory to leaving the carriage, “I kept them quite for ten minutes, which was more than you were able to do.”

“Unhappy woman!” he observed to himself as he walked down the platform of Templecombe station; “for the next six months or so those children will assail her in public with demands for an improper story!”

[1] Literature Silver kitabı, s. 3-10, 02.Eylül.2010 / Perşembe

[2] Öyküye mekanı tarifleyerek ve karakterleri tanıtarak başlıyor.

[3] Adv. In a foolish way.

[4] Signal switch pulled to call the conductor.

[5] İmpatient

[6] Prensin ve annesinin rüyasının bu öyküyle ilgisi olmadığı için hikayeci bunu anlatmıyor, ama çocuk sorduğunda aslında bunun bir cevabı olduğunu ancak bu hikaye içinde doğrudan bir işlevi ve yeri olmadığı için hikayeyi kuran kişinin onu burada bir ayrıntı olarak vermediğin görüyoruz. Saki aslında iyi bir hikaye anlatıcısının da nasıl olabileceğine değinmiş oluyor böylece. Her sorunun bir yanıtı vardır; halanın da ya da teyzenin de anlayamadığı bu. Çocukları geçiştiriyor. Ancak ben Saki’nin teyzenin üzerine fazla gittiğini düşünüyorum. Çocukların gözünden bakarken, teyzeye biraz haksızlık etmiş. Geçtiğimiz yaz enerjimin çocuklara yetmemesi durumunu ve kolaya kaçtığım anları hatırladım. Belki ben de bunla ilgili bir öykü anlatabilirim. Teyzenin gözünden baksaydık durum biraz değişik olabilirdi. Ne olursa olsun.. Hepimiz kendi meşruiyetimiz için iyi, kötü, ahlak gibi şeyleri icat edip konumlandırıyoruz. Saki’yi teyzeleri / halaları büyütmüş, büyükanneleri ile birlikte.. biraz sertlermiş anlaşılan.. bu da bir tür intikam yani..

[7] Aslında bu öykünün mesajı çok derin.. Eğer yapay bir iyilik ve ödül duygusu ile çocuğunuzu büyütürseniz, gerçek dünyadaki kötülüklerden bi haber büyürler. Bu bahçeyi yaparken kralın niyeti çocukları yiyen kurtlar olmadığı halde kural budur, kurtlar doğaları gereği küçük domuzları yemek için parka girerler. Şimdi fark ettim ki.. çok anlamlı. Bunu da kurt imgesiyle yapması da ilginç.. bu öyküyü ilk okuduğumda aklımda Kırmızı Başlıklı Kız masalı uyanmıştı.

[8] A sleeveless, apron like garment worn by little girls over a dress.

[9] Differing from the majority.

[10] O dikkatli eğitimin pek de faydası olmamış gibi.. 🙂

Bal Parmak

Etiketler

, , , , , ,

     Kuşların cıvıltısı penceremden içeri giriyordu. Gözlerim kapalıydı ama seslerini işitebiliyordum. Esintiyle tül perdelerin kıpırdayışını ve günün yavaş yavaş yükselişini duyumsayabiliyordum. Uykuyla uyanıklık arasındaki keyif dakikaları… Mutfaktan gelen çayın fokurtusuna neşeli bir türküyle eşlik ediyordu. Namazdan dönmeleri beklenen evin kalan erkeklerine ve sonradan bize katılacak olan eşlere, çocuklara dört başı mamur[1] bir kahvaltı sofrası hazırlıyor olmalıydı. Ah nasıl da yeni gelin gibi heyecanlıydı. Gece yarılarına kadar yemekler yapmış, keteler açmıştı. Evde ne varsa hepsini temizlemiştik birlikte. Anneannem sevincinin doruklarını yaşıyordu. Gelinler, torunlar, oğullar bir araya gelecekti. Çok sürmedi, bir baktım yattığım ranzanın başına dikilmiş. Gözlerimi açmayıp biraz şımarıklık yapayım dedim. Bir haftadır onun tatlı heyecanından yorgun düşmüştüm. Bayram gelir dinlenirim sanmıştım, ama aldanmışım. Anneannemin muzip bayram sabahı daha yeni başlıyordu. Önce burnumun dibinde bir tuhaf koku hissettim, aşina ama gözlerimi açmaya direndiğimden ne olduğunu çıkaramadığım. Sonra bana yaklaşan kıvrak becerikli eli. Ağzımın içinde bal kaplı parmağı bitiverdi: “Hadi kalk bakalım uykucu gelin, kalk da bayramlaşalım.” Ağzıma dalıveren balın hazzı ve şaşkınlığı ile gözlerimi açmaya mecbur kalmıştım. “Orucun bozulsun diye ağzına bal koydum yavrum. İyi yapmış mıyım?” “İyi yapmışsın anneanne”, diye mırıldandım, gözlerim yarı açık gülümseyerek. “Zaten birazdan kahvaltı edeceğiz,” demedim. Aslında beni hiçbir sabah uyandırmaya kıyamazdı; bu sabah da uyandırmanın tatlı bir yolunu bulmuştu işte.

— Hadi kuzum… Kalk da şu işlerimizi halledelim.

— Ne işi an’anne? İşlerimizi bitirdik ya? Hem daha dayımların gelmesine var.

— Olur mu kuzum. Bayram sabahı… Kalk hadi kalk sen. İşimiz var.

— Ama an’ane… ‘Koskoca bir ay oruç tuttuk, dinlenmek gerekir, bu bayramda uyumak sevaptır’, diyen sen değil miydin?

— O başka bu başka kızım. Hadi kalk cicilerini giy de gezmelere götüreyim seni, diyip hiç cevabımı beklemeden geldiği gibi sessiz ve maharetli adımlarla odamdan çıktı.

     On dakika içinde yüzümü yıkamış, bayramlıklarımı giymiş, salondaydım. Her yer zil düzen. Mutfaktan anneannemin yaptığı revaninin kokusu da geliyordu. Karnım acıkmış. Baktım başka yemekler de var. Üç tencere. Belki beş. İstiflenmiş meyveler, etler. “Anneannem, şaşırdın galiba. Bu bayram kurban değil. Ramazan, ramazan!” diye üstüne basa basa söyleyip, o yaşlanmaktan solmamış, hala on sekizlik, gelinlik kızlara taş çıkaracak mavi-yeşil gözlerine, akça pakça yüzüne baktım. Biraz yorgundu sadece. Alındığını belli eder bir bakış attı, hızla mutfağa geri döndü. Büyükbabamın ölümünden sonra o mutfak anneannemin biricik kalesi olmuştu.

— Hani gidip insanları ziyaret ettiğimiz oruç tuttuktan sonra bol bol şeker çikolata yediğimiz bayram bu anneannem.

— Deli miyim ben ayol? Niye anlatıyorsun bunları bana? Biliyorum o bayram bu bayram… Aman kafamı karıştırdın deli kız. Hadi al bakalım şu tencereyi de köşedeki Halime Hanıma götürüver.

— Hani şu ayağı aksayan, kızıl saçlı, kamburu çıkmış teyze mi? Neden ki?

— Ne demek neden?… Yazık, o yemek yapamamıştır şimdi. Çocukları gelecek diye evi temizledi durdu. Didindi kadın bir haftadır. Ayakta duracak hali kalmamıştır onun.

— Kız anneanne sen deli misin? Nerden biliyorsun kadın bir haftadır ne yapıyor?

— Odandan çıkmayıp sürekli kitap okursan bilemezsin tabii, komşuların ne haldedir küçük prenses hanım, deyip kendi söylediği söze kendi de gülüverdi.

— Aşk olsun anneannem… Ben de kahkahamı koyuverdim.

Anneannem gülmeyi bırakmış, hafif bir tebessümle yüzümü incelemeye koyulmuştu. Bakışların karşılaştığı anlar vardır, insanın içine sıcacık damlayan… Yıllar geçse de unutulmayan, tekrar tekrar yaşanan anlar… Benim de durup gülümsemesine karşılık verdiğimi görünce, sağ elini sol yanağıma uzattı. Maharetli, iri elleri yüzümde sessiz sedasız dolaştı. Sol gözümün hemen altındaki derin yara izinde durdu. Birden hatırlamış gibi: “Gelirken köşedeki Şefika Hanım’a da uğra, elini öp, bayramını kutla yavrum. Düzce depreminde torununu kaybetti geçen sene. Sevinir… Elini öpersen…” Gözlerinin dolduğunu belli etmemek için mutfağa geçti.

— Al şu tereyi de götür, an’anem gönderdi de, anlar o.

— Ama an’ane pazarda vardır bundan. Niye biz veriyoruz ki?

— Akıl edemez şimdi o. Her gün yemesi lazım. Her şeye karışma sen bakayım. Ahmet amcanla Güzide teyzeni de görürsen… Bahçededirler. İkindi kahvaltısına davet ediver, bayram diye her günkü keyfimizden geri kalacak değiliz. Hem Ahmet Bey işsiz kaldı, yazık. Ne yer ne içerler… Biz de yalnız yememiş oluruz.

— Yalnız olmayacağız ki an’ane, diyecek oldum ama anneannem çoktan mutfağa geçmişti.

     Küçücük dünyasına bu kadar insanı nasıl sığdırabiliyordu? Onlarla ilgili her ayrıntıyı hatırlıyor, dertlerini dinliyor, tek işi buymuşçasına sorunlarına çözümler öneriyordu. Bazen bir mühendis, hemşire, kimi zaman bir doktor… Bir keresinde ağlayan bir bebeğin genç annesine çocuğun aç olduğunu söylemiş; anne daha yeni beslediğini söylese de dinlememiş, doyurmak için dayatmış. Bebek anneannemin hazırladığı meyve püresini yiyince gerçekten ağlamayı kesmiş bir de derin bir uykuya dalmış. “Nerden bildin an’ane”, diye sorduğumda ilk dayımın açlıktan öldüğünü söylemişti. “Gençtim, cahildim, yeni gelindim. Bilemedim. Doyurmaya sütüm yetmedi zaar,” derken, ondan sonra doğurduğu ve büyüttüğü beş çocuğa rağmen hala nasıl bir ıstırap çektiğini gözlerinden okuyabiliyordum. Evlendirdiği çiftlerin sayısı da herhalde onu geçmişti. Benim olası evliliğimle de ilgili tezleri vardı anneannemin: “Delikli boncuk yerde kalmaz, kızım”. Evlenmeye hiç niyetim olmadığı halde, ben de bu anlamını bir türlü çözemediğim özlü söz karşısında gülümsemekle yetinirdim. Beni neden bu kadar evlendirmek isterdi? Hiç anlamadım. Bir parçası bende yaşamaya devam etsin isterdi belki de. Kim bilir. Kendini bilmezken doğum üzerine yitirdiği anası, yıllarca kahrını çektiği despot, suratsız bir kaynana – ona bunu hatırlatan olduğunda: “Kocam yiğit adamdı Allah için,” der, geçiştirirdi – evini terk edip yabancı ellerde evlenen vefasız bir kız evlat –bana her baktığında onu hatırlayışı – ve uçak kazasında ölüveren teğmen oğlu… Hayata kırgın mıydı anneannem? Sanmam. Çağıldayan bir şelale gibi yüreğinin derinliği ve parıltısı mahalledeki insanlara ışık saçardı.

     “Komşuuuu… Müsaade var mı?”, diyerek alt komşumuz Yaşar hanım teyze girdi içeri. Yanında oğlu Erdem ile… Anneannem bana göz kırptı. “Dur kızım, birazdan götürürsün Halime Hanım’a yemeği. Bize bi kahve yap sen,” diyerek içten kahkahasını koyuverdi. Yaşar hanım teyze de: “Ne güler yüzlü, ne şen şakrak kadınsın Handan Hanım. Şaşırıyorum sana, ilahi…” diyerek bir bana bir de yan gözle oğluna bakarak köşeye oturdu. Ben içimde “işte yine başlıyoruz” hissiyle mutfağa yönelirken, kahvelerini beklemeye koyulmuşlardı bile. Bugün bayramdı. Bakalım daha neler olacaktı?

11.06.2014 / Çarş. – 13.06.2014 / Cuma // 10:44

Viyana/Döbling

[1] Bayındır demekmiş 🙂 yeni öğrendim