Isaac Asimov’un Rain Rain Go Away öyküsüne,
“Yeni komşun da çok yakışıklıymış,” dedi annesi, tezgâhın üstündeki soğanları küçük küçük kıyarken. “Hangisi,” diye sordu Jale; haşladığı patatesin bir kısmını püre yapıp özenle tabağa yerleştiriyordu. “Salak kızım… Sanki kaç tane yeni komşusu var da,” diyerek iç geçirdi, “hani üst çaprazına taşınan var ya? İri, yapılı, kaslı hem de”. Jale önündeki işe dalmış “hıhı,” diye başını sallıyordu. “Farkında da değil. Ayol anlamıyorum yani böyle uyanık bir annenin böyle bir kızı olsun, hastanede mi karıştın ki acaba? Evde doğum yapmasaydım, şüphe edecektim… Öyle yakışıklı adam fark edilmez mi,” diyerek gülmeye başladı. “Ah güzel kızım, azıcık aç gözünü de çevrene bak.” Pürenin üzerine tuz ve karabiber dökerken sağ elinin üstüyle burnunu iki kere okşadı Jale: “Amaaan anne… Üç buçuk yaşında yaramaz bir erkek çocukla çevreye bakacağım da ne olacak sanki?” Burnunu bir tavşan gibi içine çekti, hapşıracaktı. “Ne olacak olur mu Jale? Hep böyle bir başına kukumav mı olacaksın? Tamam kocanı elinde tutamadın, ama bak bekar erkekler artık dul kadınları da alıyor. Güzelsin, alımlısın, iyi para kazanıyorsun”. Tıknaz kamburlaşmış sırtını biraz dikleştirip, elbisesinin koluyla yaşaran gözlerini sildi. “Alımlıyım?…” derken başını arkaya atarak kocaman hapşırığı koyuverdi Jale, mutfak inledi. “Çok yaşa, mutlu yaşa, sevdiğinle yaşa. Bak kızım aklını kullan! O kadar söylüyorum. Böyle şans her kapıya gelmez. Adam hem yakışıklı hem yapılı, şu kaslara bak,” diyerek pencereyi işaret etti parmağıyla ama Jale ilgilenmez göründü.
Gözlerini kırpıştırırken soğan kıyma işini bir an evvel bitirmek istediği belli oluyordu artık. “Güçlü kuvvetli olması yetmezmiş gibi bir de heykel güzelliği var adamda… Hani eski Yunan heykellerindeki güzellik.” Jale annesinin sanat tarihçisi edalarını anımsayıp gülümsedi, püreden parmağıyla bir parça alıp ağzına attı, bir parmak da annesine uzattı: “Hangi ara gördün de o kadar. Annecim, adamı sen al, madem o kadar beğendin. Artık genç erkekler kendilerinden yaşlı kadınları da alıyorlarmış. Heykel diye odana koy, artık ne yapmak istersen…” diyerek annesinin yanaklarını sıktı. “Ne biçim konuşuyorsun anneyle öyle, sus terbiyesiz. Al bak, yine arabasını yıkıyor,” diyerek pencerenin altındaki otoparkın önündeki boşluğu gösterdi. Üzerinde beyaz bir atletle göğüs ve kolları nemli, başında şapka olmadan öğlen güneşinin altında hiç sızlanmadan arabasını evinin balkonundan uzattığı hortumla yıkayıp fırçalama işini bitirmek üzereydi. “Yine mi yıkıyor,” diye sordu Jale. Annesinin dikkatinden kaçmadı kızının ilgisi, Jale bunu fark edip düzeltmeye yeltendi, “daha dün sabah karşılaştık da… Böyle her gün her gün…” derken, hızla mutfağa bir gülle daldı.
Önde kedi, arkada küçük Yıldırım önüne kediyi katmış hışımla dalıvermişti aralarına. Anneannenin elinden soğanla bıçağı, annenin elinden de henüz yeni aldığı bulgur kavanozu düşüverdi. Her taraf yapış yapış soğanlarla bulgur tanelerine bulanıverdi. “Hah bir sen eksiktin yavrum,” dedi Jale. “Zarifeeeee,” diye haykırdı annesi, kediyi mutfaktan kovalamaya çalışırken; kediden hiç hoşlanmazdı mutfakta. Zavallı Zarifecik, Yıldırım’ın ulaşamayacağı tezgâhın üstündeki dolabın en tepesine bir sıçrayışta can havliyle sıçramış, olanları yukarıdan sol patisini yalarken izliyor, isminin zikredilmesinden oralı olmuyordu. Yıldırım hınçla aşağıdan, “oyuncağımı kaçtı kaptııııı anneeee,” diyor; ağladı ağlayacak. “Tamam paşam, üzülme, gel buraya,” diye ellerini sanki hastalıklı bir şey varmışçasına iki baş hizasına kaldırırken, sarıldı çocuğa Jale’nin annesi. “Anne lütfen Yıldırım’a “paşam” deme.” “Yahu siz ‘yıldırım’ demişsiniz ya çocuğa, böyle isim mi olur?..” “Benim kararım mıydı sanki, babası olacak o.. neyse.. O adam koydu.” “Sen de az kadın olaydın, kurnaz olaydın, ikna edeydin adamı şöyle “Batu”, “Derin” dalan deseydiniz,” derken kapı çalındı.
Bulgurlara yapışmış soğan adacığından atlayarak kapıya ulaştı. Gelen kapıcıydı. “Abla, bi’şiy lazım mı?” “Yok Mahmut. Ya da dur dur bir ekmek al sen n’olur n’olmaz…” İçeriden anne seslendi: “Var var, yeter alma artık. Bayatlatıyorsun sonra.” Jale’nin belli belirsiz yüzü düştü. Kapıcı bunu görecek halde değildi, önündeki not defterine kargacık burgacık yazdığı sipariş listelerine göz atıyor, yazıp yazmamak arasında kararsız bekliyordu. “Tamam, dur ekmek alma sen, simit al iki tane, bi de… Çöpü çıkarayım, bekle,” derken hışımla mutfağa daldı. Annesine bakmadan, o sırada Yıldırım: “Anneeeeee kediiiiii…” “Dur bakayım yavrum, az çekil kenara.” “Ne istiyorsun kızım? Çocuğa versene kediyi…” İşler iyice karışmış gibi çaresiz gözlerini düşürdü, elini kâğıt havluyla siliverdi, annesinin dediğini yaptı, içeriden kapıcıya seslenirken “Geliyorum Mahmut, dur bekle!” Cam kenarındaki tabureye çıkarak, tezgâh dolabının üstünden kediyi aşağıya indirdi, Yıldırım’ın eline verirken Zarife hızla sıçrayıp kurtuldu çocuğun elinden, bu sefer de kesin yatak odasındaki gardırobun tepesine saklanacaktı. Çöpü çıkardı Jale.
Saçının başının dağınık olduğunu, ellerinde soğanlı bulgurlardan kalıntıları o anda fark etti. “Ne kadar da iğrenç görünüyorum,” diye aklından geçirdiği sırada henüz açılmış üst kapıdan aşağı kendi katına doğru süzülen yeni komşusunu gördü, elinde sarı bir kurulama bezini sallayarak iniyordu. Annesinin ne kadar haklı olduğunu o anda tekrar fark etti. Kollarının üzerindeki su damlaları ışıl ışıldı, güçlü omuzları siyah uzun gür saçlarının altında dimdik duruyor, uzun gövdesi insana güven veriyordu. Bu adam Venüs heykeli gibi, bayağı yakışıklı, diye geçirdi içinden. Sesi içine kaçmışçasına “iyi günler,” dedi tam kapısının önünden geçerken. Bir yandan da ne kadar kılıksız ve şekilsiz olduğunu düşünüyor, içi içini yiyordu. Adam oralı olmadı, duymadan geçmek üzereyken, Mahmut olaya el attı. “Abi abla sana diyor, iyi günler diyor”. “Ha, öyle mi…” derken eli ayağına dolaştı adamın. Acelesi vardı. Ama yine de selamı karşılamadan yoluna devam ediyordu ki, Mahmut yine durdurdu: “Abi var mı bi’ isteğin?”. “Yok yok,” dedi panikle, sonra aniden dönüp: “Hani geçen aldığın bisküvi var ya, selülözlü olandan, bitki özlü, ondan on paket alsana,” deyip kaçıverdi suçüstü yakalanmış gibi, genç adam. “Burçak mı, Yulaflı mı, diyet mi? Abi??” “Hangisi olursa…” diye hızlı bir yanıt geldi. Kapıcı inatçı: “Çöp, abi, çöp var mı, peki?” “Yok, Mahmut Bey, gidebilirsiniz.” “Tamam abi sen de gidebilirsin. İyi günler…” Adam bunu da havada bırakarak, hızlıca ayrıldı oradan. Jale adamın poposuna gözünü dikmiş, “taş gibi,” diyordu ki içinden, “Abla hadi görüşürüz,” diyen Mahmut’un sesiyle yerinde sıçradı. Utandı. “Selülözlü bisküvi mi varmış?” diyebildi, Mahmut da bir süre adamın ardından baktı, aniden hatırlamış gibi dönüverdi, “bu adam geçen de böyle on on beş paket diyet bisküvisi istedi, başka bir şey yemiyor mu acaba,” diye fısıldadı, sözü havada öylece asılı kaldı. Adamın apartmandan çıktığını duyunca sesini yükseltti: “Bi’ de tonlarca su içiyor abla, geçen bir seferde on on beş tane 10 litrelik boş damacana topladım kapısından. Sonra…” diye devamını getirecekken kapıcı, “iyi günler Mahmut,” diyebildi Jale. Adamın dedikodusu havada öylece salınırken, kapıyı kapatıp salona geçti. Elleri öyle pasaklı pasaklı bir süre oturdu kanepede. “Ne oluyor bana böyle acaba? Adamı arzuladım mı n’aptım? Yok canım bunca sene sonra. Hem Yıldırım ne olacak?” “Ne olacaksa olacak, ben bakarım. Sen hayatını yaşa,” diyerek içeri girdi annesi. Yüzü kızardı. Sesli mi söylemişti?
***
Bir hafta kadar sonra, akşam işten gelmiş, Yıldırım’ı uyutmuş şömineyi yakıp karşısına geçmiş kanepede uyuklarken telefonu çığırtkan bir edayla çalmaya başladı. Arayan annesiydi. “Efendim annecim?” “Kızım hala uyuyor musun?” “Anne daha yeni uyuyordum, ne ‘hala’sı?” “Kalk kalk, çabuk hazırlan. Birazdan Çınar gelecek.” “O da kim?” “Üst komşun.” “Anneeee? Sen mi?..” “Sus sus, çabuk üstüne güzel, seksi bir şeyler giy bakayım. Adam gelince –saat 10 diye dedim ona– az cilveleş, ama tadında bırak abartma. Öyle her şeyinle açılma ilk geceden.” “Göster ama elletme de de, tam olsun.” “Demeyeceğim. Biliyorsun sen zaten neyi gösterip neyi elleteceğini. Yani umuyorum,” derken o aşina, derin kahkahalarından birini attı. “Adam psikolog muymuş, psikiyatr mıymış neymiş, öyle sohbet ettik, dünyadaki insan psikolojisini araştırıyormuş, herhalde doktor dedim, oradan yürüdüm.” “İyi yapmışsın anne,” derken Jale bir yandan da yüzünü ekşitiyordu.
Bu annesi de çok oluyordu. Ama yine de kendini sustalı maymun gibi yerinden kalkıp, odasına sessizce gitmekten alıkoyamadı. Bir büyü gibi, bu adamda onu çeken bir şey vardı. Daha iki gün önce işçiler gelip evinde bir şeyleri kırıp dökmüş, şömineyi kapattırmıştı. Aslında adamın evini daha çok merak ediyordu doğrusu. Alt katta sessizce uyuyan Yıldırım’ı uyandırmayı hiç istemiyordu. Diğer kadınlardan farklı olarak çabuk hazırlanırdı, annesi onun kendisine özenmediği için böyle olduğunu savunsa da o bu haliyle gurur duyuyordu. Yine öyle oldu, on dakika içinde, gri elbisesini giymiş, saçlarını gösterişsiz bir topuz yapmış, gözlerine rimel çekip, pembe tonlarda bir ruj sürmüştü. Aylardır kullanmadığı parfümü sıkmış, salona geçmişti. Nedense içinden mumları çıkarıp yakmak geldi. Sanki kendi kendine oyun oynarcasına hareket ediyordu. Kilerden bir şişe kırmızı şarap çıkardı, iki kadehi de yanında getirerek masanın üstüne mumlardan birkaçının arasına yerleştirdi. Tüm bunları neden yaptığını bir türlü anlayamadan öylece beklerken tam saat 10’da kapı çaldı.
“Merhaba,” dedi Çınar tok bir sesle. Geçen günkü panik halinden eser yok gibiydi. “Buyurun, hoş geldiniz,” diyerek içeri davet etti Jale adamı. “Anneniz küçük bir rahatsızlığınız olduğunu söyledi, bakmak için gelmiştim.” “Öyle mi dedi?” Bir süre durakladı Jale. Kısa bir anlığına havada bir boşluk gezindi. Boğazını temizledi Çınar sessizliği bozmakta bir beis görmeyerek: “Bu konuda konuşmak istemediğinizi de söyledi ama… Bana güvenebilirsiniz. Pek tatlı bir anneniz var.” “Öyledir, öyledir,” derken bir yandan da ah benim cadı annem, yine de ne iyi etmişsin diye geçiriyordu içinden. Adam o anda fark etti Jale’nin giyimini: “Bir yere mi gidecektiniz yoksa?” Jale ne diyeceğini bilemedi, annesi ne işler çevirmişti. Annesi gibi kurnaz bir kadın olmanın tam sırasıydı, du bakiiim annem olsa ne derdi, bir kere adama onun için süslendiğimi çaktırmamalıyım sonra bir ezik gibi ekildiğimi falan da söylemeyeyim, du bakiiim ne desem ne desem: “İş yemeğinden geliyorum,” deyiverdi. “Aaa, dinlenecekseniz sonra geleyim.” “Yok yok, buyurun lütfen.” “Zaten çok rahatsız etmeyeceğim. Sizinle azıcık sohbet edip gideceğim.” “Tabii canım, buyurun.”
İçeri girip kapıyı kapadıklarında adamın çam sakızı gibi ferah ama sıkıcı bir aromada koktuğunu fark etti Jale. Bu acayip durumun da fazla üstünde durmadı. “Size ne ikram edeyim,” diye sordu bu sefer kendinden emin. Adamı eve atmıştı işte daha ne olsun. “Varsa bir bardak su, bir de bisküviniz varsa bisküvi rica edeceğim. Mümkünse şekersiz…” “Tabii olacaktı biraz, eğer tarihi geçmediyse,” derken bir kahkaha attı. Ama adam gülmüyordu. Salona bir küçük tabak dolusu limonlu diyet bisküvisi ile döndü. Bir masa, üzerinde iki mum ve bir şişe kırmızı şarap duruyordu. Adam bisküvi tabağına yumuldu. Jale şaşkındı. Tabağı bitirdikten sonra suyu bir dikişte bitirdi Çınar. Kanepeye geçtiler. Jale yanına oturdu, gözlerini adamın gözlerine dikti. Seksi bir bakış attığını umuyor, adamı süzüyordu. Adam konuşmaya başladı: “Anneniz bir süredir halüsinasyon gördüğünüzü söyledi.” “Aslında ben onları hep görüyorum. Üç yaşımdan beri.” “O kadar kesin hatırlıyorsunuz demek.” “Evet hatırlıyorum çünkü bir deprem anından beri, ama anneme bu kadar ayrıntılı anlatamadım tabii.” “Daha önce bir psikiyatrla görüşmüş müydünüz?” “Aslında bu konuda hiç konuşmadım. Kocam beni aldattığında, bir buçuk yıl kadar tedavi görmüştüm.”
Jale adama anlam veremeyen bir yüz ifadesiyle bakıyor, gülmüyordu. Adam gafını anlayıp tekrar konuşmasını sürdürdü. “Peki bu konuyu doktorunuzla konuştunuz mu?” “Ona sıra gelmedi,” Jale anlamsız bir kahkaha atarken, adam ona bön bön bakıyordu. “Ne tür şeyler görüyorsunuz?” “Bazen bir orman, bazen periler, bazen bir elma, bazen de cüceleri görüyorum.” “Aaaa, masal kahramanları…” “Her zaman değil. Bazen bir nehir görüyorum evin içinde aniden beliriyor, tabii anneme böcek örümcek falan gördüğümü söylüyorum ama aslında dünyada yaşamayan bir balık ya da binlerce yıl önce yok olmuş bir ejderha görüyorum.” “Ejderhalara inanıyorsunuz o halde?” “Hayır artık inanmıyorum. Neyse bunları konuşmaya mı geldiniz?” “Aslında sizi tanımaya geldim.” “Öyle mi? Nereden?” “Çooook uzaktan,” diyerek gökyüzünü gösterdi Çınar.
Tam o sırada adamı uzanıp öpmek için derin bir istek duydu Jale. Önce elini tuttu, mavi derin gözlerine baktı. Bu sefer adamın onun yüzüne yaklaşmasını beklemeden, dudaklarını adamın dudaklarıyla birleştirdi. Hayatının en güzel öpüşü olduğunu hayal ederek, bu güzelliğe daha fazla karşı koymadan öptü adamı uzun uzun. Dilini ağzının içindeki kıvrımlarda dolaştırarak, tadını çıkararak, sanki kendisi cinsel bir kurban, kullanılacak istismar edilecek bir cinsel nesne değilmişçesine, aldığı hazdan utanmadan. Tam bu büyülü anın ortasında bir gümbürtü koptu, ortalık toz ve gaz bulutuna bulandı. Az evvel elini tuttuğu adamın yerinde bir küçük tahta erkek bebek duruyordu. Gözlerini ayırt etmeksizin adamı inceledi. Elini tuttuğu parmaklarının ucundaki tahtanın dokusunu bir süre duyumsadıktan sonra, hızla elini çekti. Korkuyordu. Tam bu duygu yoğunluğunun ortasındayken gürültüyle uyanmış olan Yıldırım salonun kapısından olanları uykulu gözlerle izliyordu. “Acaba ne kadar süredir oradaydı, ya ben adamı öperken de gördüyse,” diye aklından geçirirken yine utandı. Ne kadar da çok utanıyordu. Annesinin bir anlık boşluğundan faydalanan Yıldırım, yine her zamanki çevikliği ile kanepenin üstüne atlayarak tahtadan adamı aldı ve bir iki elinde çevirdikten sonra şömineye atıverdi. Jale beş saniyelik bir şaşkınlığın ardından elini yakmak pahasına şömineye uzanarak tahta bebeği oradan çıkardı. Canı yanmış olmalıydı. Hem Çınar’ın hem de Jale’nin. Adamın üstündeki yanık izlerini temizledikten sonra, dayanılmaz bir dürtüyle dudaklarını adamın küçük yanmış tahta dudaklarına götürdü. Belki bir büyüydü bu ve adamı öpünce içinden bir prens çıkacaktı. Yıllardır beklediği o prens… Adamı öptü ve beklemeye koyuldu.
02.04.2019 / Salı 06:00 – 06:30 // Van
04.05.2019 / Cumartesi 11:45 – 12:19 // Van
Son düzeltme: 17.01.2020 / Cuma // 07:45 – 08:23 // Van
21.01.2020 / 11:38 // Van
13.01.2024 / Cumartesi – 17:02 // Van